Hızlı Konu Açma

Hızlı Konu Açmak için tıklayınız.

Son Mesajlar

Konulardaki Son Mesajlar

Reklam

Forumda Reklam Vermek İçin Bize Ulaşın

Yeni Türk Devletinin Kuruluşu Ve Cumhuriyetin İlânı

Sergen Sertkaya

HM Üye
Kayıtlı Üye
Katılım
4 Nisan 2014
Mesajlar
311
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Sancaktepe, Turkey
Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan’da yayımladığı bildiride, Damat Ferid’in Aydın ilini Yunanistan’a teslim ettiğini, tecavüze uğrayan Türklerin müdafaasına engel olduğunu, İtilaf Devletleri’ni askerî işgalde bulunmaya davet ettiğini fakat milletin bu sefer tedbirli ve hazırlıklı davranacağını Damad Ferit Hükûmetini tanımayacağını açıklıyordu. İstanbul işgal altında olduğundan normal faaliyetini sürdüremeyen Mebuslar Meclisi’nin olağanüstü yetki ile Ankara’da toplanması için her türlü tedbir alınmıştı. 19 Mart 1920′de bu hususta her tarafa bildiri gönderildi. Yapılan seçimler sonunda mebuslar Ankara’da toplandılar. 23 Nisan 1920′de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa derhâl bir hükûmet teşkil edilmesini istedi. Meclis, kurucu meclislerin sahip oldukları bütün haklara sahip olduğu gibi hükûmet vazifesini de üzerine almış bulunuyordu. Yeni kurulan bu devlet teşri, icra ve kaza kuvvetlerini kendinde topladığından bir “cumhuriyet” demekti. Fakat şartlar uygun olmadığından bu deyim o dönemde kullanılmamıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçildi; böylece hem devlet, hem de hükûmetin başına geçmiş oldu.
Büyük Millet Meclisi, ilk iş olarak çıkarttığı 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile yurtta meydana gelen olumsuz cereyanları önlemek, ayaklanmaları kışkırtanları ve ayaklanmalara katılanları yola getirmeyi amaçlıyordu.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun çıkarılmasından hemen sonra Büyük Millet Meclisi, 3 Mayıs 1920′de şu 11 vekili seçerek programını yapmış ve yeni Türk Devleti’nin ilk hükûmetini I.İcra Vekilleri Heyeti adıyla kurmuştur.
* Bakan:Mustafa Kemal Paşa,
* İçişleri: Cami Bey (Aydın),
* Adliye; C.Arif Bey (Erzurum),
* Bayındırlık :İ. Fazıl Paşa (Yozgat),
* Dışişleri :Bekir Sami Bey (Amasya ),
* Sağlık :Adnan Adıvar (İstanbul),
* İktisat :Yusuf Kemal Tengirşenk (Kastamonu),
* Maliye:Hakkı Behiç (Denizli ),
* Maarif : Rıza Nur (Sinop ),
* Millî Müdafaa:Fevzi Paşa (Kozan-Adana ),
* Erkan-ı Harbiye :Albay İsmet İnönü (Edirne ).
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet tarihimizde fevkalâde önemli bir mevkiye sahiptir. İlk meclisin fevkalâdeliği farklı ve zıt fikirlere sahip milletvekillerinden meydana gelmiş olmasına rağmen ülke savunması ve bütünlüğü konusunda tek bir ses ve tek bir yürek olabilmesidir.

Bu temel hassasiyetine bağlı olarak ilk meclisin diğer özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz;
1. Bu meclis her şeyden önce millî bir meclistir. Meclis üyeleri tamamiyle Türklerden oluşmuştur. Bundan dolayı da “Meclis-i Kebir-i Millî “adını almıştır.
2. Meclis idealist, demokratik bir ruha sahiptir.
3. Olağanüstü hâl meclisidir. Yasama, yürütme ve yargı kavramlarını temel güçler olarak benimsemiş olmakla beraber bu güçleri kendi bünyesinde toplamıştır.
4. Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayandırılmıştır.
5. Şüphesiz bu meclis kahraman bir meclisti.
Kısaca İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti.
2-TBMM’nin Açılmasından Sonra Meydana Gelen Askerî ve Siyasî Olaylar
Türk İstiklâl Savaşı’nda, girişilen mücadeleyi başarısızlığa uğratmak için, ülke sınırları dahilinde çeşitli yörelerde iç isyanlar meydana gelmiştir. Bu tür isyanların bir kısmı saltanat ve hilâfet adına, bir kısmı da Türk yurdunu parçalayarak yeni siyasî oluşumları gerçekleştirmek amacıyla çıkarılmıştır. BMM’nin meşruiyetine karşı çıkarılan ve ülke bütünlüğünü tehlikeye düşüren, askerî, siyasî ve sosyal yönlerden büyük zararlar meydana getiren bu isyanlar sonuç itibariyle BMM Hükûmeti tarafından bastırılmıştır.Anadolu’da meydana gelen iç isyanların yanı sıra Doğu Anadolu Rus destekli Ermenilerin, Güney Anadolu ise İngiliz Ermeni ve Fransızların işgaline uğramıştı. Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Milli sınırları içindeki topraklarının bir bütün olduğunu kabul etmiş ve bunu gerçekleţtirmek için harekete geçmiştir.
İlk olarak Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki kuvvetler Ermeniler’i bozguna uğratarak Sarıkamış ve Kars’ı Türkiye’ye kazandıran Gümrü Antlaşmasını 2 Aralık 1920 tarihinde imzaladı. Kısa süre sonra anlaşma yoluyla Ardahan ve Artvin de ana vatana bağlandı. Böylece Misak-ı Millî’nin Doğu Anadolu’daki sınırına kısmen ulaşılmış oluyordu.
Güney ve Güneydoğu Anadolu’da meydana gelen işgale karşı bölge halkı kendi imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koymaya çalışmıştır. Bu bölgelerimizde açılan Adana, Maraş, Urfa ve Antep Cepheleriyle Anadolu’da kurtuluşa giden yol açılmıştır. Güney cephelerimizde Türk kuvvetlerinin kazandığı zaferler sonucu Fransa, 20 Ekim 1921′de Ankara Hükûmeti ile Ankara İtilâfnamesini imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşma, Fransa ile Türkiye arasındaki savaşı sona erdirmiş, Türklere karşı batılı devletlerin kurmuş oldukları ortak cephe yıkılmıştır.
Doğu ve kısmen güney cephelerinde çarpışmalar başarıyla sona erince Ankara Hükûmeti bütün gücüyle Batı Cephesi’ne yönelme imkanı buldu. Batı Cephesi’ndeki dağınık birlikler düzenli bir ordu hâline getirildi ve cephe komutanlığına İsmet Bey (İnönü) atandı.
Bu sırada ileri harekâta geçen Yunan kuvvetleri 9 Temmuz 1920′de Bursa’yı işgal ederek Eskişehir yönünde ilerlemeye başladı. İnegöl-Pazarcık yoluyla ilerleyen Yunanlılar İnönü mevkiinde Türk kuvvetleriyle karşılaştılar. 9-10 Ocak 1921 günlerinde savaş sürdü. Yunan kuvvetleri 11 Ocakta geriye çekildiler. Üç aylık bir aradan sonra yeniden saldırıya geçen Yunanlılar, 23-31 Mart 1921 tarihleri arasında yine İnönü’de Türk kuvvetleri karşısında bozguna uğradılar. Fakat yeni birliklerle desteklenen Yunan Ordusu 10 Temmuzda saldırıya geçerek Afyon (13 Temmuz), Kütahya (17 Temmuz) ve Eskişehir’i (19 Temmuz) işgal ettiler. Türk ordusu Sakarya hattına çekildi. Yunanlılar’ın son büyük saldırısı Sakarya hattında durduruldu. 22 gün ve gece süren (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya savaşı Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Artık saldırı sırası Türk ordusuna gelmişti. Anadolu’dan düşman kuvvetlerini atmak için bir yıllık bir hazırlıktan sonra 26 Ağustos 1922 tarihinde saldırıya geçildi. 30 Ağustosta düşman kuvvetleri perişan edildi. Yunan başkomutanı Trikopis esir edildi (2 Eylül 1922). 9 Eylülde İzmir’de Yunan kuvvetleri denizine döküldü. 11 Eylülde Bursa kurtarıldı. Esirlerden başka Anadolu’da başka Yunan askeri kalmadı.
Yunan kuvvetlerinin ezilmesinden sonra Mudanya’da mütareke görüşmeleri 3 Ekim 1922 tarihinde başladı.11 Ekimde imzalanan Mudanya Mütarekesi’ne göre, Türkler ile Yunanlılar arasındaki savaş 14-15 Ekim gecesi sona erecek, Meriç ırmağına kadar olan Doğu Trakya Yunanlılar tarafından boşaltılacak ve İstanbul, barış antlaşması imzaladıktan sonra İtilaf Devletlerince boşaltılacaktı.
Trakya’yı teslim almak için 19 Ekim 1922 ‘de İstanbul’a gelen Ankara temsilcisi Refet Paşa büyük gösterilerle karşılandı. 4 Kasım’da İstanbul Hükûmeti kendi görevinin sona erdiğini ilan etti. 26 Kasım’da Trakya Türk yönetimine geçti. Böylece Yunan işgaline uğramış olan bütün vatan toprakları kurtarılmış oluyordu.
Sıra barışın yapılmasına gelmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Lozan Konferansı’na İsmet Paşa başkanlığında bir heyet gönderdi. Görüşmeler 4 Şubat 1923′te kesildi. Ancak tarafların barış isteği ağır basınca 23 Nisan’da görüşmeler yeniden başladı ve 23 Temmuz 1923 tarihinde XX. yüzyılın en önemli barış antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması imzalanarak yeni Türk Devleti dünyaca tanınıyor, sınırları saptanıyordu.
Türkler dışında, Birinci Dünya savaşının bütün mağlûp devletleri, kendilerine zorla kabul ettirilen antlaşmalara boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Türk milleti ise Sevres Antlaşması gibi bir esaret belgesini kendi tarihinin şeref ve haysiyetine layık görmemiş, istiklâlinin sona erdiğinin zannedildiği bir anda, vatanın müdafaası için neler yapabileceğini düşmanlarına önce savaş meydanlarında göstermiştir. Daha sonra bu başarılarını I.Dünya Savaşı’nın galiplerine, karşılıklı eşitlik prensibine dayanan bir antlaşmayla tasdik ettirmiş kendi üzerine oynanan bütün oyunları bozmuştur.
I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan adaletsiz anlaşmalar, Avrupa’da yeni bir savaşın çıkmasına sebep olup yürürlükten kalkmış fakat gerçek barışın kurulmaya çalışıldığı Lozan Andlaşması ise I. Dünya Savaşı sonrasının günümüze kadar geçerliğini koruyan tek antlaşması olmuştur. Antlaşmanın Türk milleti bakımından önemini en güzel şekilde Mustafa Kemal Paşa açıklamıştır. ” Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastin, sonunda neticesiz bırakıldığını ifade eder bir vesikadır”.
3-Türk İnkılâbı
Lozan Barış Andlaşması, Millî Mücadele hareketinin askerî ve siyasî açıdan başarıyla tamamlanmasını, yeni Türk devletinin milletler arası toplulukta tanınmasını sağlayan önemli bir ve***adır. Genel olarak Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleştiği Lozan sonrasında, millî devlet, siyasî, sosyal ve ekonomik alanda zorunlu hale gelen yeni bir teşkilatlanmaya gidecektir.
Mustafa Kemal Paşa’nın “Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak” şeklinde tanımladığı Türk İnkılâbında esas amaç, millî modern bir devlet hâline gelmek olarak tespit edilmiştir. Türk inkılâbında, batılı anlamda millî bir toplum yaratmada, nazarî de olsa, millîlik ile medeniliğin bir bütün olarak ortaya çıktığı ve birbirine bağlı iki kavram olduğu görülür.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Cumhuriyetin ilânıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın “Medeniyet yolunda yürümek, muvaffak olmak hayatın şartıdır” prensibinin gerçekleşmesinde önemli bir adım atılmıştır. Cumhuriyetin ilânı ise her şeyden önce, kurulan yeni devletin bir “Millî Türk devleti” olduğunu ve devlet kültürünün Türk benliği ve gelenekleri üzerine kurulması gerektiğini ortaya koymuştur.
Cumhuriyet rejimi ve Türk millî devlet fikri Mustafa Kemal Paşa’nın en başta gelen temel inkılâpları olmuştur. Onun yaptığı diğer inkılâplar, bu temel inkılâpları tamamlayan yenilikler mahiyetindedir.
A-Saltanatın Kaldırılması
İtilâf Devletleri, 28 Ekim 1922′de Lozan’da toplanacak barış konferansına B.M.M. Hükûmetiyle birlikte İstanbul Hükûmeti temsilcilerini de davet etmişlerdi. İtilâf Devletleri’nin bu davranışı Ankara ve İstanbul Hükûmetleri şeklinde iki ayrı otoritenin varlığını kabul ettirerek, ülkede ikilik yaratmak suretiyle Millî Mücadele Hareketini başarısızlığa uğratmak amacını taşımaktadır. Ancak bu teşebbüs, 1 Kasım 1922′de saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanan Büyük Millet Meclisi kararının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Tevfik Paşa, Sadrazam unvanıyla 29 Ekim 1922′de BMM Başkanlığına çektiği telgrafta Lozan görüşmelerine İstanbul Hükûmeti temsilcilerinin de katılımını talep etmişti. Mustafa Kemal Paşa, konuyu 30 Ekim 1922 tarihli BMM Genel Kurul görüşmelerine getirdi. Toplantıda iki ayrı görüş çarpışmıştır. Birinci grup milletvekillerinden Antalya Mebusu Rasih Bey (Kaplan), Hakkari Mebusu M.Müfit (Kansu) Bey ve Sıhhıye Vekili Dr. Rıza Nur Bey’in dile getirdikleri görüş: “Bab-ı Ali ve padişahın hükümsüzlüğü” şeklindeydi. İkinci grup liderlerinden Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in ifade ettiği görüş ise; “Tevfik Paşa’nın telgrafına ret cevabı yeterlidir, başka bir işleme gerek yoktur” ţeklindeydi.
Dr. Rıza Nur’un hazırladığı, Mustafa Kemal Paşa’nın da aralarında bulunduğu 82 mebusun imzasını taşıyan önergede “Osmanlı İmparatorluğu ve Sultanlığın devrildiği, Teşkilât-ı Esasiye kanunu ile hükümranlık haklarının millete ait bulunduğu” görüşü yer almıştı. Oya sunulan bu önerge İkinci Grup milletvekillerinin toplantıya katılmaması nedeniyle yeterli çoğunluk sağlanamamış ve kabul edilmemiştir.
1 Kasım 1922′de tekrar toplanan mecliste gerek Dr. Rıza Nur’un gerekse aynı gün verilen 26 imzalı Hüseyin Avni Bey’in önergeleri üzerindeki tartışmalar sırasında Mustafa Kemal Paşa konuya müdahale ederek geniş bir konuşma yaptı.
Bu konuşmadan sonra konuyla ilgili önergeler,Teşkilât-ı Esasiye, Şer’iye ve Adliye Komisyonlarına gönderildi. Bu komisyonlar ortak olarak hemen toplandı. Komisyon görüşmelerinde bir kısım mebusların hilâfet ve saltanatın ayrılmasına karşı çıkmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alarak şu konuşmayı yaptı.
“…Türk milleti hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldu bitti hâline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek,usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir”.
Bu konuşma üzerine komisyonda çözüme kavuşan konu, sür’atle tasarı hâline geldi ve aynı gün ikinci oturumda genel kurula sunuldu. Tasarı oy birliği ile kabul edilerek 1 Kasım 1922 tarihinde kanunlaştı. 308 sayılı kanunla hilâfet ve saltanat ayrılmış, hilâfete dokunulmamış, saltanat ise kaldırılmıştır.
Gerçekte saltanatın kaldırılması,16 Mart 1920′de sona eren, Osmanlı saltanat makamının sahip olduğu “hâkimiyet” mefhumunu çok daha önce 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile Türk milletine intikalini sağlayan inkılâp hareketinin son halkasıdır.
Saltanatın kaldırılması ile İstanbul’da Tevfik Paşa kabinesi 4 Kasım 1922 de toplanarak istifa etmiş,17 Kasım 1922 ‘de de son Osmanlı Sultanı Vahdettin İngiliz himayesinde ülkeyi terk etmiştir.
B-Cumhuriyetin İlânı
Mustafa Kemal Paşa,1921 Anayasası’nın ilk maddelerinde yer alan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve “Millî iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organ Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ” ifadelerini daima “Cumhuriyet” şekliyle yorumlamıştır.
Gerçekten de 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile kurulmuş olan siyasî rejim geniş anlamı ile Cumhuriyet’ten başka bir şey değildi. Ancak Cumhuriyet resmen ilân edilmemiş ve devlet başsız bir şekilde kurulmuştur .
26 Ekim 1923′de ortaya çıkan bir hükûmet buhranı sonucu Başvekil Fethi Bey istifasını vermişti. 28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükûmet teşekkülü ile ilgili çalışmalar sırasında Cumhuriyetin ilanı kararlaştırıldı. Toplantı sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının bazı maddelerini değiştiren değişikleri tespit ettiler.
29 Ekim 1923 günü konu önce Halk fırkası grubunun öğleden sonraki oturumunda gündeme geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir gün önce tespit ettiği değişiklikler uzun görüşmelerden sonra kabul edildi. Kanun teklifi, Kanun-i Esasi encümeni tarafından usulen incelenerek meclise sunuldu.
TBMM 29 Ekim 1923 tarihinde 364 sayılı kararla Cumhuriyeti ilân etti. Cumhuriyetin ilânı ile 1921 Anayasası’nın 1,2,4,10,11 ve 12. maddeleri şu şekilde değiştirilmîştir.
Birinci maddeye “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir” cümlesi eklenmiştir.
İkinci madde; “Türkiye Devletinin dini İslâm, resmî lisanı Türkçedir” şekliyle tespit edilmiştir. Bu madde 1921 Anayasası’nda mevcut olmayıp ana yasamıza ilk defa girmiştir.
Dördüncü madde; Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare konularında Bakanlar Kurulu vasıtasıyla yönetir.
Onuncu madde; Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir.
On birinci madde; Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerekli gördükçe Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.
On ikinci madde; Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis’in onayına sunulur. Meclis toplantı hâlinde değil ise, onaylama Meclis’in toplantısına bırakılır.
Yapılan bu önemli değişiklerden sonra aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak, Mustafa Kemal Paşa yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. 30 Ekim 1923′te ise Malatya Mebusu İsmet Paşa, M. Kemal Paşa tarafından Başbakan olarak atanmış ve yeni kabine teşekkül ettirilmîştir.
C-Halifeliğin Kaldırılması
İslâm’da din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaz parçalardır. İslâm Devleti’nin başı hem ülkesinde dini koruyan bir “imam” hem de sınırların güvenliğini sağlayan bir “Devlet başkanı” dır. Cismanî ve ruhanî olmak üzere her iki otoriteyi (iktidarı) uhdesinde toplamıştır. Hristiyanlık’ta olduğu gibi “kilise-devlet” ayırımı yoktur. İşte İslâm tarihinde “dinî” ve “dünyevî” görevleri bünyesine toplayan devlet başkanlarına “halife” denmektedir.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Hilâfet muhafaza edilmiş, Abdülmecit Efendi halife olarak TBMM tarafından seçilmişti. Halife Abdülmecit Efendi seçilirken kendine sadece “dini reis” olarak yetkiler verilmiţti.
Lozan sonrasında halifelik konusunda gerek Meclis’te, gerekse kamuoyunda tartışmalar yoğunlaştı. Basının önemli bir bölümü Hilâfet’in korunmasını savunmuştu. Meclis’te Halk Fırkası mebusları tarafından Halifenin yetkisini aştığı iddialarının ortaya atılmasına karşılık, aynı görüşte olmayan mebuslar da vardı. Ortaya çıkan bu görüşlerden ilki; Mustafa Kemal Paşa’nın savunduğu gibi Hilâfet’in yabancı güçlerce kullanılabileceği endişesinden hareketle artık zararlı bir niteliğe sahip olduğu şeklindedir. İkinci tavır ise asıl halifeliğin kaldırılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasında İslâm ülkeleriyle aralarındaki bağları keserek, devletin dış itibarını zedeleyebileceği mahiyetindedir.
Mustafa Kemal Paşa, Şubat 1924′te İzmir’de iken Hilâfet’in kaldırılması kararını almıştır. İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Fevzi Paşa ile birlikte aldığı Hilâfet’in, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye ile Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılma kararını daha sonra 1 Mart 1924′te meclisi açış nutkunda dile getirecektir.
Hilâfet’in kaldırılma meselesi önce 2 Mart 1924′te Halk Fırkasın da görüşülerek kabul edildi. 3 Martta toplanan Meclis Genel kuruluna ise üç ayrı kanun teklifi sunuldu ;
1) Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi’yle 53 arkadaşının Hilâfetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasıyla ilgili kanun teklifi.
2) Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının Şer’iye ve Evkaf vekaletiyle Erkan-ı Harbiye Vekaleti’nin kaldırılmasıyla ilgili kanun teklifi.
3) Manisa Mebusu Vasıf Bey ve 50 arkadaşının eğitim ve öğretimin birleştirilmesiyle ilgili kanun teklifi.
Bu kanunlarda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat 18:45′te TBMM söz konusu tasarıları 429,430 ve 431 sayı ile kanunlaştırdı.
Buna göre “Ţer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti kaldırılmış, eğitim öğretim Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak birleştirilmiştir.
Hilâfet’in tamamen kaldırılmasıyla ilgili karar kanunlaştıktan sonra İstanbul Valisi tarafından Abdülmecit Efendi’ye tebliğ edilmiş ve yurt dışına çıkması sağlanmıştır.
Aslında halifeliğin kaldırılmasının siyasî gayeden çok daha önemli kültürel ve tarihî manası vardır. On dokuzuncu yüzyılın başlarından beri sürüp gelen yenilikçi-lâik grubun, dinci-muhafazakârlara karşı zaferini ifade etmiştir.
Hilâfetin kaldırılması yurt dışında büyük tepkilere yol açmıştır. Batı dünyası bu olayı şaşkınlıkla karşılayarak hayranlıklarını ifade etmişler, İslâm dünyası ise olumsuz tepkilerini dile getirmiştir.
d-Anayasa Hareketleri
23 Nisan 1920 tarihinden itibaren artık resmî bir hüviyet kazanan millî teşkilât gayelerini daha açık bir biçimde ortaya koymaya başlamıştır. Mustafa Kemal’in 19 Mart 1920 tarihinde askerî ve mülkî erkâna gönderdiği seçim talimatında, Meclis’in 23 Nisan 1920 tarihinde açılmasına karar verilmiş, 22 Nisan 1923 tarihli telgraf ile de söz konusu tarihten itibaren mülkî ve askerî makamların ve bütün milletin müracaat edeceği makamın “Meclis” olacağı duyurulmuştur.
23 Nisan 1920′de Ankara’da toplanan BMM, yeni Türk devletinin ilk siyasî organı olarak faaliyete geçmişti. Aynı gün ilk oturumda en yaşlı üye sıfatıyla Şerif Bey, yaptığı konuşmada, “Türk milletinin yabancı köleliğine karşı çıkarak,geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğuna ve bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduklarını ” açıkladı.
Açılışından hemen sonra çalışmalarına başlayan BMM’nin aldığı 1 numaralı kararla İstanbul Meclis-i Mebusan’ından gelen milletvekillerinin kendi çatısı altında toplanmaları kararlaştırılmış, bununla birlikte kendi kuruluşunu da düzenlenmiştir.
24 Nisan ‘da Mustafa Kemal Paşa söz alarak geniş bir konuşma yapmış ve hükûmetin kuruluşu ile ilgili temel ilkeleri açıklamıştır. Bu ilkeler meclis tarafından kabul edilerek aynı günkü beşinci oturumda yapılan oylamada 110 rey alarak Meclis Başkanlığı’na seçilmiţtir.
Mustafa Kemal Paşa’nın hükûmet kurulmasının lüzumuna işaret eden teklifi 25 Nisan 1920 tarihinde kabul edildi ve “Kuvve-i İcraiye’nin” teşkiline karar verildi. Aynı gün yapılan görüşmelerde ayrıca Başkanlık Divanı seçimleri de tamamlandı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’e hükûmetin kurulması ile ilgili olarak verdiği teklifte, hükûmetin yapısına ilişkin ilkeler özetle şu şekilde belirtilmîştir:
1-Hükûmet kurmak zorunludur.
2-Geçici olarak bir padişah kaymakamı (vekili) ortaya çıkarmak uygun değildir.
3-İrade-i millîye’nin vatanın kaderine hâkim olmasının kabul edilmesi zorunludur.
4-TBMM’nin üstünde güç yoktur.
5-Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.
Mustafa Kemal’in bu tekliflerinden de anlaşılacağı gibi dönemin zarureti gereği, “Meclis Hükûmeti” sisteminin uygun bulunduğu, ayrıca kuvvetler birliği prensibinin benimsenmesi lüzumu telkin edilmektedir.
23,24 ve 25 Nisan günü alınan kararların Millî Hâkimiyet ilkesine dayanan bir meclisi ve hükûmeti oluşturması bakımından anayasa niteliği taşıdığı söylenebilir.
Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920′de kabul edilen anayasa niteliğindeki teklifi 13 Eylül 1920′de TBMM’ye verilerek, 18 Eylülde mecliste alınan ve siyasî ,sosyal , askerî ve idarî yönden düzenlemeleri öngören program, 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın hazırlanmasına temel teşkil etmiştir. 20 Ocak 1921 tarihli TBMM’de 85 sayı ile kabul edilen anayasa, 23 madde ve bir de ayrı maddeden meydana gelmektedir. Bazı önemli maddeleri şunlardır:
“Madde1:Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2:İcra kudreti ve teşrii salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan BMM’de tecelli ve temerküz eder.
Madde 3:Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti Büyük Millet Meclisi Hükûmeti unvanını taşır”.
Görüldüğü gibi kabul edilen bu maddelerle ayrı bir “Türkiye Devleti”nin varlığından bahsedilmektedir. Osmanlı Devleti’nin yok olmasıyla yeni bir devletin kuruluţunu, hukukî yönden belgelemiţtir.
Yeni anayasa aynı zamanda Millî Hâkimiyet’i esas alan ve vatanın kaderine Millî Hâkimiyetin temsilcisi olarak BMM’nin el koymasını mümkün kılan bir siyasî ve hukukî ve***adır.
1921 Anayasası Millî Mücadele’nin olağanüstü şartları içinde hazırlanmış geçici bir anayasadır. Meclis’in ve Millî Hükûmetin durum ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur.
1921 Anayasası’nda kuvvetler birliği sistemi hâkimdir. Türkiye’de bütün kuvvet ve yetkilerin kaynağı millettir. Millî iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organ, BMM’dir. Meclis yasama ve yürütme yetkilerine sahiptir.
Kuvvetler birliğine dayanan Meclis Hükûmeti sistemi 1921 Anayasası ile ilk defa Türkiye’ye girmektedir. Reissiz bir Cumhuriyet kuran bu anayasa ile millî irade Meclis tarafından temsil ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, millî kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da zorunlu kılmaktadır.
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’da yapılan en önemli değişiklik 29 Ekim 1923′te Cumhuriyet’in ilânı ile olmuş, devlet şekli bu ilanla Cumhuriyet olarak değiştirilmîştir.
1921 tarihli anayasanın kabul edilmesinden sonra siyasî alanda önemli inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Kasım 1922′de saltanat kaldırılmış, Ekim 1923′de Cumhuriyet ilân edilmiş ve Mart 1924′te ise halifelik kaldırılmıştır; ayrıca eğitim-öğretim alanında birtakım yenilik hareketleri ile Türk milleti siyasî,sosyal ve kültürel alanında hızlı bir değişim içine girmiştir.
Bu hızlı değişimde toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir anayasanın hazırlanmasını 1924 tarihînde 491 sayı ile Teşkilât-ı Esasiye Kanunu olarak TBMM’de kabul edilmiştir.
Toplam 105 maddeden oluşan 1924 Anayasası’nın önemli maddeleri şunlardır:
1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir.
2-Türkiye Devleti’nin dini İslâm dinidir. Resmî dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir.
3-Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
4-TBMM milletin tek ve gerçek temsilcisi olup millet adına hâkimiyet hakkını kullanır.
5-Yasama yetkisi ve yürütme gücü BMM’de toplanır.
6-Meclis yasama yetkisini kendi kullanır.
7-Meclis yürütme yetkisini kendince seçilmiş Cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bir Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis, hükûmeti her vakit denetleyebilir ve düţürebilir.
8-Yargı hakkı, millet adına, usulü ve kanununa göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır
Yeni Türk Devleti’nin ikinci anayasası olan 1924 Anayasası 1921 Anayasası’nın dayandığı temel ilkelerden esinlenmiş, millî hâkimiyet, tek meclis ve kuvvetler birliği, meclisin üstünlüğü prensipleri geliştirilerek kabul edilmiştir.
1924 Anayasası, 1921 Anayasası’ndan yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermekle, parlâmenter rejime geçişte bir adım daha ileri gitmiştir. Millî Hâkimiyet ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmekle, anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemekte, kamu özgürlüklerine geniş bir şekilde yer vermektedir.
1924 Anayasası beş kez değişikliğe uğramıştır. Nisan 1928, Aralık 1931, Aralık 1934, Şubat 1937 ve Kasım 1937 tarihînde yapılan değişikliklerle devletin dini İslâm’dır ibaresi kaldırılmış, seçmen yaşı 18′den 22′ye çıkarılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, Cumhuriyet Halk Partisi programındaki altı ilke anayasa ilkeleri olarak kabul edilmiştir.
1924 Anayasası dil bakımından 1945 ve 1952 yıllarında mana ve mefhumuna dokunulmaksızın iki defa değişikliğe uğramış ve 1960 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
e-Hukuk, Eğitim ve Sosyal Alanlarda Yapılan İnkılâp Hareketleri:
Hukuk kuralları toplum yaşayışını düzenler. Fertlerin huzur ve güven içerisinde yaşamasını sağlar. En gelişmiş toplum düzeni olan devletle, fertler arasındaki ilişki modern hukuk kurallarının uygulanmasıyla arzu edilen seviyeye ulaşır.
Yeni Türk devletinin kurulmasıyla birlikte başlayan batılılaşma hareketi zorunlu olarak devlet, cemiyet ve hukuk hayatında lâikliği bir temel prensip olarak öngörmüştür. Batı ülkelerinin kanunları, önemsiz değişikliklerle kabul edilmiş ve Türk toplumunun kısa bir zamanda Avrupa hukuk sistemine girmesi sağlanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Hukuk İnkılâbının gerekliliğini 1 Mart 1924′te TBMM’de şu konuşmasıyla ifade etmiştir:
“… adlî telakkimizi, adlî kanunlarımızı,adlî teşkilâtımızı,bizi şimdiye kadar şuur-i gayr-ı şuuri tesir altında bulunduran, asrın icabatına gayr-ı mutabık revabıttan (bağlardan) bir an evvel kurtarmaktır. Millet her mütemeddin memlekette (medenî memlekette) olan terakki-i adliyenin memleketin ihtiyacına tevakuf eden (uyan) esasatını istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tâbi olarak adliyemizde her güna tesirattan silkinmek ve seri terakkiyata atılmakda asla tereddüt olunmamak lâzımdır. Hukuk-ı medeniyede,hukuk-ı ailede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve hurafelere merbutiyet (bağlılık) milletleri uyandırmaktan men eden en ağır bir kabustur. Türk Milleti üzerinde kabus bulundurulamaz”.
Modern hukuk sistemine ulaşmanın bir gereği olarak, özellikle 1926 yılından itibaren, büyük yenilik hareketleri yapılmaya başlanmıştır.
Medeni Kanun : İsviçre’de 1907 yılında hazırlanan ve 1912 yılında yürürlüğe giren kanundan alınarak 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiştir.
Ceza Kanunu : 1889 tarihli İtalyan ceza kanunundan alınarak 1 Mart 1926 tarihînde kabul edilmiştir.
Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926′da kabul edilen bir kanunla yargı organlarının bağımsızlığı ve halkın çıkarları gözetilmeye çalışılmıştır.
Ticaret Kanunu : Alman ve İtalyan kanun ve eserlerinden yararlanılarak hazırlanan kara ticareti ile ilgili kısım 29 Mayıs 1926′da deniz ticaretiyle ilgili kısım ise 15 Mayıs 1929′da yürürlüğe girmiştir.
İcra ve İflas Kanunu : 24 Nisan 1929 yılında İsviçre’den alınmış ancak faydalı olmaması neticesinde 30 Haziran 1932′de yeniden düzenlenerek kabul edilmîştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu: Eğitim, toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumun kültür ve karakterini muhafaza eder,hatta düzeltir. Bu nedenle de devlet hizmetleri arasında yer alır. Türkiye’de eğitim ve öğretimin modernleşmesi Tanzimat’la birlikte başlamış,gerçek anlamda modern eğitim-öğretim sistemine geçiş Cumhuriyet devrinde mümkün olmuţtur.
Mustafa Kemal Paşa,16 Temmuz 1921′de Ankara Maarif Kongresi’nde millî kültürün önemini ve gerekliliğini şu konuşmasıyla ifade etmiştir:
“… Bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin hurafelerinden ve fikri vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihîmize uygun bir kültür kastediyorum.
Çünki millî dehamız tamamıyla inkişafı, ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür şimdiye kadar takip olunan ecnebi kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir”.
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922′de TBMM’de yaptığı konuşmada eğitim-öğretim alanında yapılacak yeniliklerin temel prensiplerini tespit etmiţtir;
-Hükûmetin en önemli görevi maarif işleridir.
-Eğitim-öğretim müesseseleri tek bir teşkilât tarafından idare edilmelidir.
-Hazırlanacak eğitim programı milletimizin sosyal ve hayatî ihtiyaçları ile çağın icaplarına uygun olmalıdır.
-Eğitimin hedefi milliyetçi, medeniyetçi ve ilmî zihniyete sahip bir nesil yetiţtirmektir.
Bu gelişmelerin ardından Millî Eğitim Bakanı Saruhan Mebusu Vasıf (Çınar) Bey ve elli arkadaşının Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-öğretimin birleştirilmesi) konusundaki önergesi görüşülerek benimsenmiştir. 3 Mart 1924′de ise tasarı TBMM Genel Kurulu’na getirilmiş ve değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir.
Eğitim ve öğretim kadrolarını Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplayan ve medreseleri kaldıran bu kanunla Türk Eğitimine “Millî”lik vasfı kazandırılmış, ayrıca millî kültür anlayışında birlik sağlanmak istenmiştir. Ayrıca, 2 Mart 1926′da kabul edilen maarif teşkilâtı hakkında kanun ile de eğitim hizmetlerine yeni düzenlemeler kazandırılmıştır.
Harf İnkılâbı; Harf İnkılâbı’na kadar bu konuda ülkemizde birçok tartışmalar yapılmıştır. Yeni Türk Devleti’nin kurulmasından sonra,1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Lâtin harflerinin kabulü ile ilgili önerge verildiyse de kongre gündemiyle alâkalı görülmemiş, tartışılmadan Maarif Vekaleti’ne gönderilmiştir.
1927 yılı sonlarına doğru harf meselesinde ciddî çalışmalar başladı.1928 yılında Maarif Vekâleti bir alfabe encümeni kurdu. Kurul, Lâtin harflerine dayalı bir alfabe üzerinde çalışmalarda bulundu. Mustafa Kemal Paşa İstanbul Sarayburnu’nda yaptığı 8 Ağustos 1928 tarihli konuşmasında bu çalışmaların neticesi hakkında “Yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek ilk haberi verdi.1 Kasım 1928 TBMM açış konuşmasında ise Lâtin esasından alınan Türk alfabesinin, Türk diline uygun olduğunu belirterek, okuma yazma oranı üzerinde olumlu etkiler sağlayacağını ifade etti. Daha sonra üç milletvekilinin TBMM’ye verdiği yeni Türk alfabesinin kabulü ile ilgili önerge Genel Kurul’da görüşülerek, 1 Kasım 1928 günü 1353 sayı ile kabul edildi.
Yeni harflerin kabulü ile birlikte bütün yurtta eğitim-öğretim seferberliği başlatıldı.1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açıldı. 31 Mayıs 1933′te İstanbul Dar’ül Fünun’u kaldırılarak yeni bir üniversite kurulması kararlaştırıldı.
Türk Tarih Tezi; Tarih, insanların zaman ve mekân itibarıyla geçirdikleri gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ilim dalıdır. Tarih gerçeklerin ortaya çıkmasına yarar. Tarihi zengin bir millet güçlüdür. Güçlü bir milletin oluşması manevî miraslarına sahip çıkmasıyla mümkündür.
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır”.
Mustafa Kemal Paşa eksik ve yanlış gördüğü tarih anlayışını değiştirerek yeni ve doğru bir tarih anlayışı getirmek istemiştir. Bu amaçla Türk tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931′de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) ” kuruldu. 1932′de Ankara’da tarihçilerin katıldığı ilk “Türk Tarih Kongresi” toplandı ve “Türk tarih tezi” bu kongrede tartışıldı.
Kongre sonucu ortaya çıkan yeni tarih tezi şöyledir; “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.”
Mustafa Kemal Paşanın tarih ilmine bu kadar çok değer vermesinin nedeni, tarihi, devletin ilerlemesi ve modernleşmesi için manevî bir destek olarak görmüş ve kullanmış olmasıdır. Ona göre Millî Mücadele sonrasında Türk halkı benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı tarih ilmînden almıştır.
Türk Dili İnkılâbı; Dil İnkılâbı,Türk İnkılâbının temel prensiplerine de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma inkılâbıdır.
Harf İnkılâbı’nın olumlu sonuçlar vermesi üzerine 12 Temmuz 1932′de “Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)” kuruldu. Cemiyetin amacı Türkçenin sözlük, terim, dil bilgisi, cümle bilgisi, etimoloji konularını inceleyerek Türkçenin geliştirilmesine çalışmaktır.
Cemiyetin çalışmalarıyla halk dilinde yaşayan kelimeler dilimize tekrar kazandırıldı. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrılıklar ortadan kaldırıldı. İnkılâplar içerisinde “Türklük şuurunu” en fazla geliştirmeye yarayan, dilimiz üzerinde yapılan bu çalışmalardır.
Mustafa Kemal Paşa, Türk dilindeki gerekli gelişmenin önemini 1932′deki şu konuşması ile ifade etmektedir:
“Millî Kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel direği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benliğine,aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için,bütün devlet teşkilatımızın dikkatli,alakalı olmasını isteriz”.
Şapka İnkılâbı ve Kılık-Kıyafet Değişimi; 1925 yılında yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Paşa 24 Ağustos 1925′te Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı seyahatinde şapka, kılık-kıyafet konusunda halkla konuştu. Halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını daha medeni bir görüntüye bürünülmesi gerektiğini anlattı. Giydiği şapkayı ve kıyafetini halka göstererek buna uyulmasının gereği üzerinde durdu. Çünkü Mustafa Kemal Paşa batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınmasını ve bunun bir gereği olarak da medenî kıyafetin kabul ve tatbik edilmesini istiyordu.
2 Eylül 1925′de Bakanlar Kurulu memurlara şapka giydirilmesi için bir kararname yayımladı. Ancak, Meclis bu kararnameyi anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kabul etmek istememiştir. Bu gelişmelerin ardından TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayı ile şapka giyilmesi hakkındaki kanunu kabul etti. Yine 2 Eylül 1925′de cübbe ve sarık giymek, din adamlarının dışındaki kimselere yasak edilmiştir.
3 Aralık 1934 tarihînde de 2596 sayılı kanunla din adamlarının, dinî kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giyecekleri tespit edilmiş, en yüksek düzeydeki din görevlisi bu uygulamanın dışında bırakılmıştır.
Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması; Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1925′de Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ve tarikatların kaldırılmasının lüzumundan bahsederek “En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir” şeklindeki sözleriyle halka akılcı olan yolu göstermiţtir.
30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.
Milletlerarası Takvim ve Saatin,Yeni Rakamların Kabulü ve Ölçülerde Değişiklik; Osmanlı Devleti döneminde uygulanan Hicri ve Rumi takvimler üzerinde Meşrutiyet’le birlikte yeni düzenlemeler yapılmak istendiyse de başarı sağlanamamıştı. 26 Aralık 1925′te kabul edilen bir kanunla Hicrî ve Rumî takvim kaldırılarak Milâdî takvim ve milletler arası saat uygulaması kabul edilmiţtir.
26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782 sayılı kanunla da arşın, endaze, okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık arz eden birimler kaldırılarak Avrupa’dan alınan metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir.
Bu değişiklikler gerek ülke içinde, gerekse milletler arası ilişkilerde önemli kolaylıklar sağlamıştır.
Soyadı Kanunu’nun Kabulü ve Eski Unvanların Kaldırılması; Gerek toplumsal ilişkilerde, gerekse nüfus işlerinde meydana gelen karışıklıkları önlemek amacıyla 21 Haziran 1934′te “Soyadı Kanunu” kabul edilmiştir.
Soyadı Kanunu ile Türkler kendi adından başka bir de soyadı alacaktı. Soyadları Türkçe olacak, yabancı ırk ve millet adları ile ahlâka aykırı soyadı kullanılmayacaktı.
TBMM Mustafa Kemal Paşaya 24 Kasım 1934′te ” Atatürk” soyadını vermiş, 17 Aralık 1934′de ise bu soyadını başkası tarafından alınmamasını kararlaştırmıştır.
26 Kasım 1934 tarihinde ise “Ağa , hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri” gibi lâkap ve unvanlar savaş madalyası dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması kabul edilmiştir.
Millî Bayramlar ve Genel Tatil; 23 Nisan 1921′de TBMM’ye verilen iki ayrı önergede 23 Nisan gününün, Türk Milleti’nin bağımsızlığını elde etmesinin yıl dönümü olması nedeniyle resmî bayram olarak kabul edilmesi istenmişti. Önerge aynı gün Meclis Genel Kurulu’nda görüşülerek kabul edilmiş ve kutlanmıştır.
27 Mayıs 1935 tarihinde ise Millî Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun TBMM tarafından çıkarılmıştır. Bu kanun ile cuma günü olan hafta tatili pazar günü olarak değiştirilmiştir. Dinî bayramlardan Ramazan Bayramı tatili 3 gün, Kurban Bayramı tatili 4 gün olarak tespit edilmîştir. 30 Ağustos bir gün Zafer Bayramı adıyla, 23 Nisan bir buçuk gün Millî Egemenlik Bayramı adıyla,1 Mayıs bir gün Bahar Bayramı adıyla resmî bayramlar olarak kabul edilmiştir.1 Ocak tarihi ise bir buçuk gün Yılbaşı tatili olarak tespit edilmiştir.
Kadın Haklarının Kabulü; Millî Mücadele’nin kazanılması topyekûn Türk milletinin eseridir. Türk kadını savaş döneminde, erkeğinin yanında görev almış, sırtında çocuğu ile cepheye koşmuş, dolayısıyla toplumdaki haklı yerini bir defa daha ispat etmiştir. Ancak kadınlarımızın toplumdaki bu önemli yerine karşılık medenî ve siyasî haklarında birtakım ek***likler vardı. Bu konu üzerinde en fazla duran Mustafa Kemal Paşa olmuştur.21 Mart 1923′te Konya Kızılay Kadınlar Şubesi’nin bir toplantısında yaptığı konuşmada kadın haklarının tanınması ile ilgili birçok konuya temas etmiştir.
1926 yılından itibaren kadınlarımız kademeli olarak medenî, siyasî ve sosyal haklarına kavuşmuştur. İlk olarak 17 Şubat 1926′da “Medeni Kanunu’nun” kabulü ile Türk kadını medeni haklarına kavuşmuştur. 3 Nisan 1930′da çıkarılan “Belediye Kanunu” ise kadınlara belediye seçimlerinde oy verme ve seçme hakkını getirmiştir. Siyasî alandaki bu ilk hak daha sonra geliştirilerek Türk kadınlarına 26 Ekim 1933′te Köy İhtiyar Heyetleri’ne seçme ve seçilme hakkının tanınması sağlanacaktır. Nihayet 5 Aralık 1934′te yapılan anayasa değişikliği ile Türk kadını milletvekili seçmek ve seçilmek hakkını elde etmiştir.
Türk Millî Mücadelesi maddî imkânsızlıklar içinde kazanılmış büyük bir zaferdir. Ancak bu zaferin kazanılmasından sonra yeni Türk devleti büyük bir mücadeleye daha girmek zorunda kalacaktır. Mustafa Kemal Paşa bu mücadeleyi İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı şu konuşmasında “ekonomik mücadele” olarak tespit ve işaret etmiştir;
“…Siyasî,askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz. Yeni Türkiye’mizi lâyık olduğu kuvvete yükseltebilmek için birinci derecede ve en çok ekonomimize önem vermek mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir ekonomi devrinden başka bir şey değildir. Millî Hâkimiyet ise ekonomik hâkimiyetle kuvvetlenmektir. Yeni devletimizin,yeni hükûmetimizin bütün esasları,bütün programları ekonomi programından çıkmalıdır”.
Gerçekten de demir yollarının, dış ticaretin, bankacılığın yabancıların elinde olduğu, sanayinin ise olmadığı ülkede devlet, ekonomik meselelere öncelikle el atarak iktisat kongresinde özetle şu kararlar almıştır:
-Devlet,özel sektörün gerçekleştiremediği teşebbüslere bizzat el atarak,iktisadî açıdan görevlerini yerine getirmelidir.
-Yurt içi ham madde üretimine dayalı sanayi dalları kurulmalıdır.
-Özel teşebbüsü kredilendirecek bir devlet bankası kurulmalıdır.
-Küçük imalâttan, büyük iţletmeye bir an evvel geçilmelidir.
-Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.
-Sanayi desteklenmeli ve millî bankalar kurulmalıdır.
Bu kararlar, Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte yeni Cumhuriyet hükûmetlerine ışık tutacak, ekonomik alanda önemli mesafeler kaydedilecektir.
Cumhuriyetin ilânından sonraki ilk on yıl, Türk devletinin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı sağlaması bakımından hazırlık yılları olmuştur. Bu yıllarda yeni devlet derlenme toparlanma, alt yapıyı düzenleme, ekonomiyi yeniden organize etme çabalarında bulunmuştur. Tarım üretiminin ve tarımda verimliliğin arttırılması çabasına yönelinmiş, demir yolu yapımına önem verilmiş, Türkiye’yi demir ağlarla örme politikası hedef olarak seçilmiştir. Ekonomideki yabancılaşmayı önlemek için imtiyazlı yabancı şirketler elinde bulunan demiryolları ve limanlar, maden işletmeleri ile büyük kentlerin su, elektrik, hava gazı, haberleşme ve taşıma ihtiyacını gideren işletmeler devlet tarafından satın alınarak millileştirilmiştir. Ayrıca iktisadî kalkınmanın finansmanı için gerekli kredi müesseselerinin kurulması ve etkili bir organizasyona kavuşturulması çabalarında da bulunulmuţtur.
1929 yılında bütün dünyayı sarsmış olan ekonomik bunalım Türkiye’nin iktisadî ve sosyal gelişmesinde yeni bir dönem açmıştır. İktisadi sıkıntının getirdiği baskı Türk devletinin daha sonraki dönemlerde sert tedbirler almasına yol açacaktır.
Bu dönemde yapılan yatırımlar daima devletçilik ilkesi adı altında yapılmıştır. Tarıma kıyasla, sanayileşmeye öncelik, eğitim ve nüfus artışına ağırlık verilmiştir.
Atatürk döneminde alınan tedbirler sonucu fert başına millî gelir yıllık ortalama artış hızında, altın rezervlerinde önemli artışlar kaydedildi. Tarımda, sanayide, ulaştırmada ve bayındırlık hizmetlerinde ileri mesafeler kaydedilmiş. Türk ekonomisi kendi kendine yetecek duruma gelmiştir. Bu yeterlilikteki en önemli faktör, Atatürk’ün ekonomi politikasındaki temel amacın, “İmtiyazsız ve sınıfsız biçimde bütün halkın refahını yükseltmek,toplumun kısa zamanda kalkınabilmesi için de ekonomik ve sosyal kalkınmaya bir bütün olarak yaklaşması” olduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti döneminde sağlık hizmetleri sistemli bir şekilde yürütülmemekteydi. Bugünkü gibi ayrı bir bakanlık şeklinde teşkilâtlanma mevcut değildi. İlk sağlık teşkilâtı 16 Şubat 1328(1913)’de “Sıhhıye Müdüriyeti Umumiyesi” adıyla Genel Müdürlük olarak kurulmuş ve Dahiliye Nezareti’ne bağlanmıştır. TBMM’nin açılmasından sonra oluşturulan ilk hükûmette ise “Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı)” adıyla ayrı bir bakanlık ihdas edilerek, sağlık hizmetlerine gereken önem verilmiştir.
Millî Sağlık Politikası; “Vatandaşların sağlığını korumak, takviye etmek, ölüm oranını azaltmak, nüfusu arttırmak, bulaşıcı hastalıklardan korunmak ve bu yolla da millet fertlerinin sıhhatli vücutlar hâlinde yetişmesini temin etmek” olarak tespit edilmiştir.
Bu politika doğrultusunda 1930′da “Umumî Hıfzısıhha Kanunu” çıkarılmış, 1921′de “Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti (Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu)” ve tıp odaları kurulmuş, Hemşire Okulu, Numune Hastahaneleri, Doğum ve Çocuk Hastahaneleri açılmıştır. Hastane, hekim, sağlık memuru ve ebe sayısında artış meydana getirecek tedbirlerin alınması ile ülkede sağlık alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır.

4-Çok Partili Döneme Geçiş Denemeleri ve İnkılâba Karşı Tepkiler:
a-İlk BMM’nde Oluşan Gruplar ve Muhalefet
23 Nisan 1920 günü açılan BMM aldığı “1″ nolu kararla İstanbul Meclis-i Mebusanı’na katılan üyeleri de kendi çatısı altına almıştır. Böylece BMM üç ayrı şekilde katılmalarla meydana gelen bir meclis olmuştur.
1) 19 Mart 1920 seçim talimatına göre seçilmîş üyeler
2) Meclis-i Mebusan’dan gelen üyeler
3) Yunanistan ve Malta’dan gelen üyeler
BMM’nin üye sayısı konusunda bazı ihtilâflar vardır. Bu üyeler 66 seçim çevresinden seçilmişlerdir. Çeşitli meslek gruplarına mensup olan milletvekilleri, değişik düşünce yapılarına, hayat tarzlarına ve kültürlere sahiptir. Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleşmesi bütün milletvekillerinin ortak ideali olmakla beraber bunun dışındaki konularda fikir birliği mevcut değildi. Farklı menşelerden gelmelerinden dolayı farklı düşüncelerin de sahibiydiler.
Damar Arıkoğlu meclisteki grupları İstiklâl, Muhafazakâr ve Bolşevikler olmak üzere üçe ayırır. Julıan E. Gillespie ise “Kemalistler, İstiklâl grubu, Enver Paşa taraftarları ve Bolşevikler” şeklinde 4 grupta toplamaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise grupları beşe ayırmakla birlikte bu gruplardan başka isimsiz olarak özel maksatlı bazı küçük grupların da faaliyet hâlinde olduklarını söylemektedir. Bu gruplar şunlardır:
1) Tesanüt grubu (dayanışma grubu)
2) İstiklâl grubu (bağımsızlık grubu)
3) Müdafaa-i Hukuk zümresi (hakları savunma grubu)
4) Halk zümresi(halk grubu)
5) Islâhat grubu(reform grubu)
Tesanüt grubu üyeleri bir çeşit sendikalizmi savunan bir program etrafında toplanmışlardır. Sayıları 40 kadar olan İttihat ve Terakki yanlıları bu grup içerisinde yer almıştır. Halk zümresi mensupları ise Bolşevik olmaya meyilli sol eğilimli milletvekillerinden meydana gelmiştir. İstiklâl grubu milletvekillerinin ekseriyeti ise ileri görüşlü gençlerden oluşmuştur.
1920 yılı sonlarına doğru ortaya çıkan bu grupların yanı sıra aynı dönemlerde kurulmuş “Türkiye Komünist Fırkası” ve “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası” adlarında iki de parti mevcuttur. Ancak sol eğilimi temsil eden bu partilerin 1921 yılı Ocak ayından itibaren faaliyetlerinin sindirildiğini görüyoruz.
Mustafa Kemal Paşa Meclis’te oluşan bu grupları bir araya getirmek ve bir uzlaşma sağlamak için çaba sarf etmiştir. Başarılı olamayınca da “Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” adıyla bir grup kurma çalışmalarına başlamıştır.
Mustafa Kemal Paţa TBMM’de mevcut grupları birleştirmek suretiyle Meclis’e işlerlik kazandırmak istediyse de bunda başarılı olamadı. Bunun üzerine 10 Mayıs 1921 günü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurdu. Bu teşekkül A-RMHC’nin Meclis grubunu oluşturmuştur.10 Mayıs tarihli toplantıda grubun iç tüzüğüyle ilgili maddeler ve Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı A-RMHG’nin amaçlarını gösteren iki temel madde de kabul edildi. Bu maddeler şunlardır:
Birinci Grup, Misak-ı Millî ilkeleri çerçevesinde memleketin bütünlüğünü ve milletin bütün maddî ve manevî kuvvetlerini gereken hedeflere yönelterek kullanacak, memleketin resmî ve özel bütün kuruluş ve tesislerinin bu ana gayeye hizmet etmeye çalışacaktır.
İkinci Grup, devlet ve milletin teşkilâtını Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun koyduğu ilkeler çerçevesinde sırasıyla şimdiden tespite ve hazırlamaya çalışacaktır.
A-RMHG, grup başkanlığına Mustafa Kemal Paşayı, başkan vekilliğine de Edirne milletvekili Mehmet Şeref Beyi getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa Meclisteki bütün milletvekillerinin aslında A-RMHG’nin tabiî üyeleri olduğunu belirtmiştir. Ancak bunun dışında kalanlar daha sonra 2. Grubu meydana getirerek ciddi bir muhalefet hareketini başlatacaklardır.
Mustafa Kemal Paşa Ankara’da 1922 yılının Aralık ayında gazetelere verdiği demeçte “Halk Fırkası” adında bir siyasî parti kuracağını açıklamıştır. Ayrıca Halk Fırkası’nın dayandığı iki temel ilkenin “Tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız millet hâkimiyeti” olduğunu ifade ederek, kurulacak partide bütün milletin temsil edileceğini belirtmiţtir.
TBMM, 1 Nisan 1923′te seçimin yenilenmesine karar vermiş, 3 Nisanda ise seçim kanununda birtakım değişiklikler yapmıştır.
8 Nisan 1923′te Mustafa Kemal Paşa yayımladığı “seçim hakkında beyanname” ile mecliste mevcut olan A-RMHG’nin Halk Fırkası’na dönüşeceğini bildirdi.
Aynı beyanname ile grubun programını 9 madde hâlinde yayımladı. Seçimlerden sonra TBMM’nin ikinci dönemi 11 Ağustos 1923′te açıldı.9 Eylül 1923′te ise Halk Fırkası kuruluşunu tamamladı. Genel Başkanlığına da kurucusu Mustafa Kemal Paţa getirildi.
Bilindiği gibi, muhalefet, bütünüyle siyasî sürecin bir parçası ve unsuru, hükûmet veya iktidarın alternatifidir. İktidarın bir tamamlayıcısıdır. Nerede bir topluluk varsa orada değişik isim ve şekillerde siyasî çatışma vardır. Toplum ne kadar az gelişmişse, gruplar ve fertler arasındaki fikir ve çıkar çatışmaları da o kadar sert ve şiddetli olur. Gelişmiş toplumlarda ise bu çatışma birtakım usul ve kurallara bağlanmıştır. Siyasî anlaşmazlığın organize ifadesi “Siyasî Muhalefet” müessesiyle nihaî çözümü bulmuştur. Siyasî muhalefet, demokratik, liberal, parlâmenter, anayasal çoğunluk, hürriyetçi gibi çeşitli isimler taşıyan bütünüyle müesseseleşmiş bir siyasî toplumun temel kuruluşunu ve mihenk taşını oluşturur.
Osmanlı Devleti’nde meydana gelen ilk muhalefet hareketi Genç Osmanlıların 1865′te kurdukları cemiyet ve faaliyetleri olarak kabul edilir. Cumhuriyet Türkiye’sindeki ilk muhalif siyasî parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olmakla birlikte, ilk BMM’nin açılmasıyla, siyasî parti hüviyeti altında olmaksızın, başlayan ve gelişen bir muhalefet hareketi olduğu kesindir.
Mustafa Kemal Paşa’nın A-RMHG’yi kurmasından önce Erzurum Mebusu Hoca Raif Efendi , Yeşilzade Salih Hoca ve arkadaşları A-RMHC’den ayrılarak “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’ni” kurmuşlardı. Bu cemiyetin muhalif olduğu konulardan birisi “Komünist faaliyetlerinin artması” diğeri ise “Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde meydana gelen değişiklikler” olarak gösterilmiştir. Ayrıca mevcut cemiyet ilkelerinin başına da, Hilâfet ve Saltanat makamının ve devlet şeklinin olduğu gibi bırakılmasını sağlayıcı birtakım eklemeler yapmışlardır.
BMM’de A-RMHG’nin kurulmasıyla, bu grubun dışında kalan Erzurum Mebusu Celalettin Arif Bey, Hüseyin Avni Bey ve arkadaşları ikinci grubu meydana getirmiţlerdir. Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti de bu grubu desteklemiţtir.
Esas amacı Mustafa Kemal Paşanın kişisel egemenlik kurmasına karşı çıkmak olan ikinci grup, Başkumandanlık Kanunu’nun süresinin üçüncü uzatılışında resmen oluşmuş kabul edilmekle beraber, bu tür bir muhalefetin daha eskilere dayandığı açıktır.
Birinci ve ikinci Müdafa-i Hukuk Grupları Meclis’te sık sık birbirleriyle çatışmışlardır. Bu yüzden bir kısım vekiller(bakanlar) istifa etmek zorunda kalmışlardır. Vekil seçimi ile ilgili kanunda istekleri yönünde değişiklik yaptırarak Rauf Beyin İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan) seçmeleri grubun sayısal gücünün küçümsenmeyeceğini gösterir. Ancak ikinci grup Meclis’in ilk dönemi sonuna doğru bu gücünü kaybederek dağılmaya yüz tutmuş ve seçimlerin yenilenmesiyle de tamamen Meclis’ten uzaklaşmışlardır.
b-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası :
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet dönemi siyasî tarihinde kurulan ilk muhalefet partisi olarak kabul edilir. Meclis’te gerek ikinci grup muhalefetin, gerekse Halk Fırkası sonrası muhalefetin hazırladığı zemin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın oluşmasını sağlamıştır.
Halifeliğin kaldırılmasına, Mustafa Kemal Paşanın yakın silâh arkadaşlarından Rauf ve Adnan Beyler, Refet, Kâzım Karabekir, Ali Fuad ve Cafer Tayyar Paşa’lar olumsuz tepki göstermişlerdir. Giderek şiddetlenen muhalefet hareketi 1924 yılının Ekim ayına gelindiğinde Refet Paşa, Dr. Adnan, İsmail Canbulat ve Rauf Beylerin etrafında toplanmaya başladı.
Bu arada hem milletvekili hem orduda görevli olan generaller ya ordudan ya da milletvekilliğinden uzaklaştırılarak ,Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin günlük politika cereyanları dışında kalması sağlanmıştı. Askerlik görevinden Refet Paşadan sonra Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa istifa ederek siyasî hayatı seçmişlerdir.
Muhalifler gerçek bir Cumhuriyet rejimine ulaşabilmek için, Halk Fırkası’nın Meclis üzerindeki baskısını kaldırmayı başlıca zorunluluk olarak görmekteydiler. Nihayet 9 Kasım 1924′te Halk Fırkası’ndan kopmalar ilk olarak on milletvekilinin istifasıyla başlamış, daha sonraki günlerde de bu ayrılmalar devam etmiştir.
17 Kasım 1924′te ise TCF’nin kurulması tamamlanarak genel sekreterliğine Ali Fuat Paşa, Genel Başkanlığına da Kâzım Karabekir Paşa getirildi. Dr. Adnan ve Rauf Beyler de ikinci baţkan olarak görevlendirildi.
TCF’nin dayandığı esas fikir, muhalefet olmaksızın bütün kuvvetlerin Meclis’te toplanmasının otoriter bir sistem doğuracağı fikri idi. Bu nedenle fırkanın demokratik olmasına ve inkılâplara taraftar olmasına dikkat edilmiştir. Bu amaca ulaşmak için de fırka, mevcudunu 30 kişiyle sınırlandırmıştır.
TCF’nin program ve nizamnamesi incelendiğinde; ferdî hürriyetlere taraftar, din düşüncesine ve inançlara saygılı bir tavır aldığı görülür. Cumhuriyet rejimi, liberalizm ve demokrasi yeni partinin kabul ettiği temel prensiplerdir.
İktidar olmak için değil de sadece iktidarla muhalefetin yan yana çalışmasını temin etmek amacıyla kurulduğu iddia edilen TCF Meclis’te çok asabî bir ortamda doğmuştur. Hükûmetle fırka üyeleri arasında çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. TCF yaklaşık 7 ay süren siyasî hayatı boyunca oldukça geniş taraftar kitlesine sahip olduğu söylenebilir.
Doğuda meydana gelen Şeyh Sait İsyanı, İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulmasına ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına sebep olmuştur. Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, TCF mensuplarından eski Urfa Mutasarrıfı Fethi Bey’i isyanla ilgisi olduğu gerekçesiyle hapse mahkûm etmiş, bu karara dayanarak ta 25 Mayıs 1925′te bölgedeki TCF’nin şubelerini kapatmıştır.3 Haziran 1925′te toplanan Bakanlar Kurulu, aldığı kararla TCF’nin ülkedeki bütün şubeleri ile birlikte kapatılmasını kararlaştırmıştır.
Mustafa Kemal Paşa TCF’nin kurulmasından önceleri memnun olduğunu bildirdiyse de, daha sonra muhalefet partisinin programını tenkit ederek, TCF’nin diktatörlükle ilgili dokundurmalarından memnuniyetsizliğini ifade etmiştir. Dönemin Başvekili İsmet İnönü ise TCF’nin çıkışını; “Bu memlekette muhalefet ihtilâl demektir” şeklinde yorumlamıştır.
c-Serbest Cumhuriyet Fırkası :
Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminde çok partili siyasî hayata geçiş için girişilen ikinci teşebbüstür. Mustafa Kemal Paşa ülkedeki mevcut tek parti yönetiminde, hükûmetin eleştirisiz bir durumda olmasından dolayı yeni bir muhalif partinin kurulmasını istemiştir. Bu maksatla da yakın arkadaşlarından Ali Fethi (Okyar) Beyi Paris Büyükelçiliğinden getirerek yeni bir parti kurmakla görevlendirmiştir.
Kuruluşunu bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın teşvik ettiği SCF, 12 Ağustos 1930′da İstanbul’da Ali Fethi Bey tarafından kurulmuştur. Meclis içinde 15 milletvekilinin partiye katılmasıyla kurulan SCF liberalizmi savunan bir parti programıyla siyasî hayata atılmıştır.
Ayrıca “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik” ilkeleri temel prensipler olarak kabul edilmiş, seçimlerin tek dereceli olması ve kadınlara siyasî hakların verilmesi savunulmuştur.
SCF, açıldıktan sonra, kısa dönemde büyük bir suretle gelişti. Ekim 1930′da yapılan yerel seçimlerde, partinin yeni ve teşkilâtsız olmasına rağmen büyük bir başarı göstererek 502 belediyeden 22′sini kazandığı görülmüştür. Üstelik SCF her bölgede seçime katılmamıştır. Ali Fethi Bey; “Belediye seçimlerini aslında katıldığımız her yerde Serbest Fırka kazanmıştır. Halk Fırkası beklenmedik şekilde yenilmiştir” derken, farkın bu derece fazla olmasının sebebini seçimler sırasındaki baskıya bağlamıştır.
Ali Fethi Bey’in, yerel seçim öncesindeki Ege gezisi sırasındaki halkın hükûmet aleyhine, inkılâplar aleyhine gösteriler yapması partinin sonunun gelmesine zemin hazırlamıştır.
SCF’nin iktidar olma temayülünün yarattığı hava, CHF mensuplarını rahatsız etmiş ayrıca yerel seçimlerdeki yolsuzluk iddiaları mecliste sert tartışmalara neden olmuş, giderek büyüyen bu tartışmalar Mustafa Kemal Paşa ile Ali Fethi Beyi karşı karşıya getirmiştir. Bu olumsuz gelişmeler karşısında, Ali Fethi Bey 17 Kasım 1930′da Dahiliye Vekâleti’ne verdiği dilekçede; “…fırkanın,Gazi hazretleriyle siyasî sahada karşı karşıya gelmek vaziyetinde kalabileceği anlaşılmıştır” diyerek SCF’nin feshine karar verildiğini açıklamıştır.
SCF’nin kendi kendini kapatmasıyla, TCF’ndan sonra çok partili siyasî hayata geçiş için yapılan ikinci teşebbüs de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. SCF’nin kapanmasından sonra CHF ileri gelenleri daha katı bir tek parti yönetimi anlayışıyla siyasî iktidarı 1950 yılına kadar ellerinde bulunduracaklardır.
TCF ve SCF’nin siyasî hayatımızda önemli izleri olmakla beraber bu partilerin dışında kurulmuş veya kurulma teşebbüsünde bulunulmuş partiler de mevcuttur. Ancak kurulan bu partilerin gerek mecliste gerekse halkoyunda çok önemli etkileri olmadığı söylenebilir.
TCF ve SCF’nin yanı sıra 1930′da Ahali Cumhuriyet Fırkası, Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi, Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası gibi siyasî teşekküller kurulmuşsa da bu partilerin çalışmalarına izin verilmemiştir.
d-Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 günü Genç ilinin Ergani ilçesine bağlı Piran köyünde başlamıştır. Kısa zamanda genişleyen isyan hareketi bölgede etkili olmuştur. İsyancılar önce Genç’i, daha sonra Muş, Çapakçur, Elazığ ve Palu’yu ele geçirdiler. 7 Mart’ta Diyarbakır’ı kuşattılarsa da başarılı olamadılar. Daha sonra ordu birliklerinin olaya hâkim olmasıyla isyan hareketi gerilemeye başladı. Şeyh Sait ve isyanın elebaşıları 15 Nisanda ele geçirildi. Ancak isyanın bastırılması Mayıs ayı sonunu bulmuştur.
Şeyh Sait İsyanı, diğer isyanlarda görülmeyen birtakım özellikler taşır. Olay bütün ülkeyi içine almak amacı güden Türk inkılâbına karşı yapılmış bir harekettir. Bu harekette hilâfetin yeniden kurulmasını sağlama ve saltanatı geri getirme ideali de vardır.
Şeyh Sait İsyanı’nın arkasında, İstanbul’da bulunan Kürt İstiklâl Komitesi Reisi Seyyit Abdulkadir ile İngilizlerin etkisi görülmektedir .Bu komite İngiltere’nin mandası altında bağımsız bir Kürt devleti kurmayı plânlamaktaydı.
İngiltere himayesi altında bir Kürdistan Devleti kurulmasını, bölgenin petrol yönünden taşıdığı önemden dolayı istiyordu. Bu amaçla bölgeyi ellerinde bulundurabilmek için Kürtleri, Türklere, Araplara hatta İran’a karşı kullanabileceklerdi. Ayrıca Musul Meselesi’nin görüşüldüğü bu dönemde bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmesini önlerken, diğer taraftan isyan hareketiyle Türkiye’yi siyasî istikrarı olmayan bir ülke şeklinde dünyaya tanıtmak istiyorlardı.
Dönemin Başbakanı Fethi Bey, olayı bir karşı ihtilâl denemesi olarak değerlendirmiş ve sıkıyönetim tedbirlerini yeterli görmüştür. İsmet Paşa ise sert tedbirlerin alınmasında ısrar ederek, isyanı rejime yönelik ülke çapında bir hareket olarak değerlendirmiştir.2 Mart 1925′te Fethi Beyin başbakanlıktan ayrılmasıyla 3 Mart 1925′te İsmet Paşa yeni hükûmeti kurmuş, ilk iş olarak Takrir-i Sükun Kanunu’nu TBMM’ye sunarak çıkmasını sağlamıştır.
Yapılan plânlı bir askerî harekât sonrasında isyan tamamen bastırılmıştır. Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir’in de dahil olduğu isyanın elebaşıları, Takrir-i Sükun Kanunu ile kurulan İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak idama mahkûm olmuşlardır.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen en önemli isyan hareketi şüphesiz Şeyh Sait İsyanı’dır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına sebep olması bunun en çarpıcı delilidir. Ancak 1924 ile 1938 yılları arasında meydana gelen ve genelde Kürt kaynaklı isyan hareketleri de vardır. Bu ayaklanmaların hedefi daima rejime yönelik bir mahiyet arz etmiştir. Bu ayaklanma hareketleri şunlardır:
1) Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924
2) Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat- 31 Mayıs 1925
3) Raçkotan ve Raman Tedip Har. 9-12 Ağustos 1925
4) Sason Ayaklanması 1925-1937
5) Birinci Ağrı Ayaklanması 16 Mayıs-17Haziran 1926
6) Koçuşağı Ayaklanması 7 Ekim – 30 Kasım 1926
7) Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927
İkinci Ağrı Harekâtı 13 -20 Eylül 1927
9) Bicar Tenkil Harekâtı 7 Ekim -17 Kasım 1927
10)Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs – 3 Ağustos 1929
11)Tendürük Harekâtı 14 -27 Eylül 1929
12)Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs – 9 Haziran 1930
13)Zeylan Ayaklanması Haziran – Eylül 1930
14)Oramar Ayaklanması 16 Temmuz – 10 Ekim 1930
15)Üçüncü Ağrı Harekâtı 7-14 Eylül 1930
16)Pülümür Harekâtı 8 Ekim -14 Kasım 1930
17)Menemen Olayı 23 Aralık 1930
18)Tunceli (Dersim) Tedip Har. 1937-1938
Bu ayaklanma hareketleri içerisinde Nasturi Ayaklanması ve Menemen Olayı Kürtlerle ilgili değildir.
e-Takrir-i Sukûn Kanunu ve İzmir Suikast Girişimi :
Takrir-i Sükun Kanunu, Şeyh Sait İsyanı’nın yarattığı tehlikelere ve ülkede Türk inkılâbının gerçekleşmesine karşı çıkan bütün unsurları ortadan kaldırmak amacıyla çıkarılmıştır. 4 Mart 1925′de, İsmet Paşa Hükûmeti’nin Meclis’e verdiği önergenin 578 sayı ile kanunlaşması sonucu, iki yıllık bir süre için yürürlüğe konmuştur. Ancak daha sonra iki yıl daha uzatılarak 4 Mart 1929′a kadar yürürlükte kalması sağlanmıştır.
Üç maddeden oluţan Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkarılması sırasında muhalefet, kanunun “anayasaya aykırılığı” ve “temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik olduğu” gerekçesiyle tepki göstermiştir. Muhalefetin rahatsız olmasındaki esas neden hükûmetin meclise sunduğu teklifle, birisi isyan bölgesinde diğeri ise Ankara’da kurulması öngörülen “İstiklâl Mahkemeleri” konusu olmuştur. Görüşmeler sonunda yapılan oylamada kanun, 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edilmiştir. 117 nolu Meclis kararıyla da Ankara İstiklâl mahkemesi ve ayaklanma bölgesinde de Şark İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Şark İstiklâl Mahkemesi’nin vereceği idam kararlarında TBMM’nin onayı gerekmiyordu. TBMM, 7 Mart 1925′te ise her iki mahkemenin başkan, üye ve savcılarının seçimini yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın kanun ile ilgili görüşleri şöyledir: “Takrir-i Sükun Kanunu’nu ve İstiklâl Mahkemelerini bir baskı vasıtası olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi benimsetmeye çalışanlar oldu. Biz, alınan fakat kanuni olan bu olağanüstü tedbirleri, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkarmak için bir vasıta olarak kullanmadık. Aksine memlekette huzur ve güveni sağlamak için uyguladık”.
TBMM ilk dönem milletvekillerinden Ziya Hurşit ile Çopur Musa, Lâz İsmail ve Gürcü Yusuf’un 17 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Paşaya bir suikast girişiminde bulunacaklarının ihbar edilmesi üzerine, suikasti yapmakla görevli olanlar yakalandılar.
İzmir Suikasti, Mustafa Kemal Paşaya karşı girişilen bir teşebbüs olmakla birlikte, Ziya Hurşit’in savunmasında reddetmesine rağmen, Mustafa Kemal Paşa ve İstiklâl Mahkemeleri’nin kabul ettiği gibi, rejime ve anayasaya yönelik bir olay olarak görülmüştür.
 

Users Who Are Viewing This Konu (Users: 0, Guests: 1)

Üst