Hızlı Konu Açma

Hızlı Konu Açmak için tıklayınız.

Son Mesajlar

Konulardaki Son Mesajlar

Reklam

Forumda Reklam Vermek İçin Bize Ulaşın

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v) hayatı (571-632)

mum

Üye
Fahri Üye
Katılım
20 Mayıs 2014
Mesajlar
8,812
Tepkime puanı
10
Puanları
131
Konum
Ankara
YARASALAR

BİZ, ONLARI KIYAMET GÜNÜ KÖRLER, DİLSİZLER VE SAĞIRLAR OLARAK YÜZÜ KOYUN HAŞREDECEĞİZ. ONLARIN VARACAĞI YER CEHENNEMDİR Kİ ATEŞİ YAVAŞLADIKÇA; BİZ, ONUN ALEVİNİ ARTIRIRIZ.

İşte böyle...

Önce dudak büktüler... az evveline kadar; "en emin, çok dürüst, daima doğru sözlü, asla yalan söylemez", dedikleri insanı vahyi tebliğe başlayınca dudak bükerek garipseyerek, söylediklerini gelip geçici bir hal olarak karşıladılar. Cin falan mı zarar vermişti; bir hoş olmuştu bu genç adam... tahminleri boşa çıktı... en sağlam mantık, en güçlü irade, en muhkem akıl, en temiz şuur O'nda görülüyor... bu defa; "bir menfaat koparmak niyetinde herhelde"diye düşünerek teklif üstüne teklif yağdırdılar... kadın, para, mal, servet, liderlik, değer verdikleri ne varsa önüne sermek istediler. Yeterki rahatları bozulmasın; karışanları olmasın, dünyaları değişmesin, sözlerinin üstüne söz gelmesin.

...'ne de tuhaf şeyler oluyor. Veya olabilirmiş. Hele şu Muhammed'e bakın. Bu ne cesaret, ne cür'et? Bu sayılanları da elinin tersiyle şöle bir kenara itiyor ve dediklerini tavizsiz tekrarlıyor:'

Allah, sizin tapındığınız şu zavallı heykeller değildir! Bunlar ne ki; basit bir eşya. İnsan eli ile şekillenmiş madde parçaları... Allah birdir. Ne ortağı vardır, ne benzeri. Doğmamıştır, doğurmamıştır, ölümsüzdür. Bildiğimiz ve bilmediğimiz; insan, hayvan, kuş, sürüngen, deniz mahlukları, kara yaratığı ne varsa, hepsini o, doyurur. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi o, yaratmıştır; yine o, öldürecektir. öldükten sonra bir hayat daha vardır: Asıl ve ölümsüz dünya. Allah, istisnasız herkesi hasaba çekecektir. Peygamberleri ile bildirdiği emir ve yasaklara uyanları, mükafaatlandıcak, o emir ve yasakları çiğneyenler ceza görecektir. Yüce Allah'ın hoşnud kaldıkları cennete, razı olmadıkları cehenneme; yani ateşe atılacak ve azap görecektir... bu dünya fanidir; geçici, bitici ve sonlu...

Ben, işte O Allah'ın habercisiyim; size vahyini tebliğ ediyorum. Uyarsanız kurtulursunuz, düşmanlık yaparsanız Rabbimin buğz ve lanetine uğrarsınız. İnsan, bütün mahlukların en üstünü ve ne şereflisidir. Dediklerimi içinde bulunduğunuz hal, tuttuğunuz yolla bir kıyaslayın. Çünkü akıl denen nimet sadece insana mahsus. eğer vicdanlı davranırsanız yanıldığınızı siz de anlarısınız.

'...kim inanır bunlara canım... asil dedelerimizden beri, asırlardır sürüp gelen dinimizi, tanrılarımızı, alışkanlıklarımızı, örfümüzü kim terk eder ki? Ama o da ne? Ebu Bekir gibi, zengin ve soylular da müslüman oluyor. Bir aysbergin geldiğine şüphe yok. Öylese tehlike büyümeden ateş söndürülmeli, bu ateşin dumanı tütmemeli. Bu ateşten alınan meş'aleler dünyanın dört tarafına koşturulmamalı...'

Evet; ilkin dudak kıvırarak küçümsediler. Sonra halli basit bir mesele olarak ele alıp efendimizin ayaklarına dünya nimetlerini saçtılar. Sonra küçük gözdağları ile korkutmak istediler. O'nu yolundan çekip alamayınca dozu giderek artan kötülüklere başladılar. Yoluna diken dökmeler, kapısının önüne pislik atmalar ve evini taşlamalar:

...Sevgili Peygamberimiz'in devlethaneleri Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebu Muayt'tın evinin arasında iki yobaz adam, o mübarek, o öpülesi, yüz sürülesi eşiğin önüne kendi manalarını ifade eden dışkı, leş vs. getirip atıyorlar. Ebu Leheb, bununla da kalmıyor. Resul aleyhisselamın evini taşa tutuyor... bir adi ve sadist tabiat... Hazret-i Hamza, bir gün bu bayağı hareketin üzerine gelince pislik dolu kabı Ebu Leheb'in kopasıca kafasına döküyor.

efendimizin dediği sadece şu:

-Ey Abd-i Menaf oğulları bu nasıl komşuluk böyle? Bunu diyor ve kapısının önüne dökülenleri süpürüyor.

Ümid ve sabır üzreler...

Bir kişinin daha Muhammedi olduğu işitilince müşrikler, Arabistan çölleri kendilerine mezar olmuş gibi; bunaltan, nefeslerini kesen hislere kapılarak gözü dönmüşlüğün en vahşi nevilerine sarılmaktan imtina etmiyorlar.

Mesela:

...bu, ne her tarafı granitlerle dolu yerleri kazmayla yarmaya benziyor; ne de kumun, bütün sahrayı deniz dalgası gibi doldurduğu bir vasatı zümrüt renkli yeşilliğe döndürmeye. İnsanın kalbini çevirmek, imanını değiştirmek kayaları parçalamaktan; çölleri ormanlaştırmaktan çok daha zor. Bu sorluğu aşmaktaki tek imkan, Allah'ın yardımı... efendimiz, gıtlağına kadar batağa gömülmüş ve bazı hareketleri ile beşer üstünlüğünden uzaklaşıp hayvani derekeye yuvarlanmış şu insanların islamla şereflenmeleri için Kabe'de namaza durmuş... kendisi için hiç bir şey istemiyor... kolları ilerde; avuçları semaya açılmış olarak Rabbine tazarru halinde... dolu dizgin cehenneme at koşturan şu cahiller için yakarıyor.

Kendileri için namaz kılınan, af dilenilen, göz yaşı dökülen yalvarılan, olmadık sıkıntılara katlanılan o insanlar ne yapıyor? İşte bunlardan bir küme... ebu Cehil, Şeybe bin Rebia, Utbe binRebia, Ukbe bin Ebi Muayt'ın da aralarında olduğu yedi kişi, Nebiler Sultanını ibadet halinde görünce yılışık tavırlarla gelerek az ilerisinde yere oturdular. Onu seyrediyorlar. Son Resul, namaz kılarken onlarkaş göz işaretleri, laf atmalarla kendi aşağılıklarını karikatürize ediyorlar. Resulullah ve islamiyete karşı dinmez kinlerin sahibi Ebu Cehil, arkadaşlarına dönerek:

-Kim bir deve işkembesi bularak şu adam, secdeye gittiğinde omuzuna koyabilir? diye sordu ve cevap bekleyen bakışları ile arkadaşlarının yüzlerini yokladı... Bir kaç saniyelik sükutu Ukbe'nin sesi bozdu:

-Ben, dedi ve demesi ile yerinden fırlaması bir oldu. Biraz sonra kanlı bir koca deve işkembesini sürüte sürüte Peygamberimizin yanına vardı.

Ukbe, büyük Peygamber, secdeye gider gitmez işkembeyi iki kürek kemiği arasına bıraktı... zavallı mahluklar, kahkahalardan kırılıyor. Otuz iki dişleri sayılabilir. ne olacaktı; 'şimdi ne olacak; Muhammed nasıl bir reaksiyon gösterebilir?' Attıkları kahkahanın şiddetinden gözlerinden yaşlar akıyor.

Bunlar, kainatın en mümtazını ne zannediyorlar ki? Habis hareketlerine kendi seviyelerinde bir aksül'amel bekliyorlar ama hiç yorulmasınlar. O, İslam ahlakının en zirvesindeki muazzam insan, hep vakar ve ciddiyet halinde... Bir şey olmamış gibi secdede... nurlu alnını sahibinin huzuruna koymuş, başını kaldırmadan öylece bekliyor. Müşrikler, sanki bir zafer elde etmiş gibi katıla katıla tepiniyorlar.

Bu sırada mü'minlerden Abdullah bin Mes'ud, radıyallahü anh, oradan geçiyor... mübarek sahabi, birden çarpılmışa döndü... Olamaz; insan, bu kadar süflileşmez, böyle adi bir hareketi yapacak kadar gözü kararamaz... Fakat bunlar; o Ebu Cehiller, Ukbe bin Muaytlar, şeklen insan; sanki insan! Aslında hayvandan daha beter kimseler... Abdullah bin Mes'ud efendimiz, şaşkınlıktan donmuş gibi ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor. Olduğu yere mıhlanmış, canından çok sevdiği Peygamberimizi dehşetli bir kederle seyrediyor. İşkembeyi, Sevgili Peygamberimizin omuzundan atmaya yeltense öldüresiye dayak yiyecğine şüphe yok. Çünkü bu Sahabinin arkasında kavmi, kabilesi mevcut değil. O yüzden bu rezilliği işleyenler, anında sırtlan gibi üstüne atılırlar.

Hadiseyi Hazret-i Fatıma işitti. Koşa koşa gelerek mübarek babasının üstündeki necis şeyi fırlatıp attı ve o kötülerinş kötü adamların yüzlerine haykıra haykıra bağırarak beddua ve hakaret etti... Peygamberimiz, hayran kalınacak bir sakinlikle namazını ikmal ediyor; ve:

Bu düşmanlığı yapanları Allahü teala'ya ısmarladı. Hem de üç defa tekrarlayarak.. Sanki yer gök titredi. Kafirler sırıtmayı bırakarak endişelenmeye başladılar.

Dünya ve ahiretin en üstünü konuşuyor:

Allah'ım, Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Rabia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Şeybe bin Rebia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Muayt'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Umeyye bin Helef'i sana havale ediyorum!Allah'ım, Velid bin Utbe'yi sana havale ediyorum! Allah'ım, Umare bin Velid'i sana havale ediyorum!

Bunlar; insanlıktan habersiz, imandan nasipsiz bu zavallı bedbahtlar, Bedir muharebesinde layık oldukları akıbeti buldular... ruhları cehennemi, güneşte kalarak kokan leşleri bir çukuru boyladı...

Peygamberimizin bedduası ile yüzlerinin kanı çekilmiş ve kül gibi olmuşlardı. O mukaddes mekanda yapılan duanın reddolmayacağını biliyorlardı. Lakin buna rağmen, kendilerini bekleyen feci akıbete rağmen Seyyid'ül Mürselin'e sui kast ve sui muameleden geri durmadılar.

Mesela:

Resulullah Mescid-i Haram'da namaz kılıyor... Ebu Cehil yemin eerek açıklıyor ki, "O, secdeye gittiğinde üzerine yürüyerek ayağım ile ensesine basacak ve yüzünü yerlere süreceğim." Guya, düşmanını küçük düşürecek. Orası belli olmaz! Efendimiz, secdeye varınca seyirtiyor. Ama hızı çabuk kesiliyor. Aniden yere çakılmış gibi durup geri kaçmaya başlıyor... kim, o; küçük düşen, mahcup olan, utanan; kim o? O iri iri laflar eden Ebu Cehil, ummadığı bir şeyle karşılaşmıştı. muhammed aleyhisselamla arasında alevlerin kaynaştığı derin bir uçurum görünce önce zınk diye durmuş; sonra da yüzgeri ederek kaçmıştı:

-Ensesine basmaktan niye caydın? diye soranlara; korku ve titreme ile:

-Siz, önümdeki ateş dolu uçurumu görmüyor musunuz? diyerek zelil bir mevkie düştü... düştü ama; ibret alan nerede?

Yenilen bir türlü doymazmış. Ebu Cehil nam bu mağlup adam da öyle. Yenik düşünce küfrü artıyor. Yine başından büyük laflar etmekte:

-Yemin olsun ki bu defa affetmeyeceğim! Kararım kat'idir. Secdeye vardığı an kafasını taşla ezeceğim. Siz de şahid olun.

Şahid tuttuğu Kureyşli müşriklerdi. Gerçekten, onların da hazır bulunduğu bir gün, efendimiz, yine namazda iken bir koca taşla üzerine yürüdü. Bir kaç adım atmıştı ki kaşı kenara fırlatması ile geri kaçması bir oldu. Bu defa üzerine azgın bir canavarın saldırmak üzere olduğunu görüyordu.

Gözleri görüyor ama kalb gözü kör olmuş. Arsızlığı elden bırakmıyor.

Mesela:

Bir gün Ebu Cehil ve Velid bin Mugire'nin başı çektiği bir küffar sürüsü Habibullah'ın canına kıymak üzere O'nu takip ediyor; iz sürüyorlar. İşte kolladıkları fırsat: 'Muhammed namaza durdu; Kur'an okuyor'. Önden Velid'i yolluyorlar. Velid elinde silahı koşuyor... Fakat o da ne? Ortada kimse yok! Sesi geliyor ama kendisi mevcud değil. ne kadar uğraştıysa nafile. Arkadaşlarını yardıma çağırdı. Topluca koştular. İşte ses şu tarafdan geliyor. haydi öyleyse o yana. Vay neler oluyor öyle? Ses şimdi de aksi cihetten duyuluyor. Haydi bu tarafa. Bir o tarafa, bir bu tarafa nereye dönseler Peygamberimizin sesi, aksi tarafdan geliyor... Sıcakta ter topuklarından çıktı; lakin O'nu, Sallallahü aleyhi ve sellem, bulamadılar...

Sevgili peygamberimizin dünyayı nurlandırmalarından evvel başlayarak şu dakikaya kadar mucize üstüne mucize görülüyor:

Mesela:

İns ve Cinnin Peygamberi, bir gün Hacun Yokuşu'nun dibinde oturmuş istirahat ediyorlar.. yanlarında kimse yok. Azgınlardan Nadr bin Haris, Peygamberimizi böyle ıssız bir yerde görünce:

-Tamam, dedi. Şimdi yapacağımı biliyorum. O'nu doğduğuna pişman edeceğim.

Efendimize yaklaşınca gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Mübarek insanın başı üstünde müthiş aslanlar, ağızlarını açmış kuyruk sallayarak satılmak için Nadr'ın yaklaşmasını bekliyorlardı... Mahallenin kabadayısı manzarayı görünce yiğitliği kaçmakta buldu. Hem de öyle bir hızla ki ancak Ebu Cehel'in yanında soluklandı. başından geçenleri anlatınca; Ebu Cehil, sözümona cesaret verdi:

-Aldırma; sihirlerinden biridir.

Kokuşmuş, mihverinden çıkmış dejener bir cemiyetin azgın temsilcileri; batıl adına İslamın ocağını söndürmek için dört koldan saldırmıyorlar. Hedef, doğru sözlülerin en doğrusu; en doğru haberci; muhbiri Sadık, sallallahü aleyhi ve sellem! İslam dini, bir güneş gibi şafağı söke söke Mekke ufuklarına ağarken küfür parasaları, gurubu olmayan bu güneşin habercisine işte bu ve benzeri zulüm ve eziyetler yapıyor ve öldürmeye teşebbüs ediyorlar... yarasalar, bu çabalar içindeyken Ebu Talib ne alemde acaba? Hani sözü vardı. hayatta oldukça yeğenini koruyacaktı... elhak doğru. Ebu Talib, sözünün eri mert bir Kureyşli. Yeğenine kötülük yapıldığını duyunca yerinde duramaz; hemen bunu işleyenlerin peşine düşerdi:

Mesela:

Peygamber efendimiz, yine bir gün Allah'a ibadetle meşgul namaz kılıyor. As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Muttalib, Velid bin Mugire, Esved bin Abdi Yağves, bunu haber alınca çocuk ve kölelerini toplayarak Sevgili Peygamberimizin namazda olduğu yere gelerek mübarek sırtına kanlı kanlı pis bir işkembeyi çocuk ve köleler eliyle koyarak defolup gittiler. tam bir festival şamatası yaşıyorlar.

...bu sırada Ebu Talib çıkageldi...

-Ne buhal yeğenim; kim yaptı bu kepazeliği; çabuk söyle!..

Yüce Resul, bu işe karışanları tek tek saydı... amca, derhal eve koşarak kılıcını ve kölesini aldı ve işkence yapanların arkasına düştü. Kölesi işkembeyi taşıyordu... Şehrin sokaklarından birinde müşriklere yetişti. Henüz dağılmamışlardı. Kılıcını çekti ve:

-Kimse konuşmasın; kellsinin uçmasını istemeyen gıkını çıkarmasın, dedi ve kölesine, işkembeyi bu rezillerin suratlarına sür, hakaret nasıl olurmuş görsünler!!! diye bağırdı.

kahraman çapulcularda şafak atmıştı. Ebu Talib'ten zaten çekinirlerdi. Şah damarının hiddetden parmak gibi öne fırladığı; renginin kızgınlıktan mosmor kesildiği şu ansa ödlerri kopmuştu. kölenin önünde taptıkları heykeller gibi cansız; kımıldamadan durdular. Az sonrra suratları kan ve pislik içinde kalmıştı. İşkembe, hepsinin yüzüne sürüldükten sonra Ebu Talib, onları kovdu; ardlarına bakmadan uzaklaştılar.

......

Uzaklaştılar ama; inadlarından dönmediler. Bunlar ve diğerleri; Sevgililer sevgilisi aziz Peygemberimizi nerede görseler;

-Bakın; Cebrailin kendine de geldiğini söyleyen Muhammed işte burada... efendimiz, bu yılan dili adamların zehir zemberek konuşmalarına çok müteessir oluyor ve iyilikler menbaı mübarek kalbi kırılıyordu... Cebrail aleyhisselam, bu üzgün zamanlarından birinde Peygamberimize gelerek En'am Suresi onuncu ayet-i kerimesini bildirdi:

-Andolsun ki (ey Resulüm) senden önce gönderilen Peygamberlerle de alay edildi. Alay edenleri istihzalarının karşılığı olarak bela ve azap çepeçevre kuşatıverdi.

Resullerin Resulü, teselli bulup, ferahladı. Ne varki küfür, azgın dalgalar gibi üstüne üstüne geliyor. Takip eden günlerde de alaylar, eğlenmeler, sataşmalar durmak bilmezken O, omuzlarında şereflerin en yükseği; son Peygamberlik vazifesi olduğu halde samırla irşada devam ediyor.

Böyle üzgün bir gün tavaf yaparken Cebrail aleyhisselam, geldi ve:

-Alay eenlerin hakkından gelmek için emir aldım, dedi.

Biraz sonra önlerinden Velid bin Mugire geçmez mi? Büyük melek, büyük Peygambere:

-Bu nasıl bir insandır? dedi.

-Kulların en kütülerinden biri.

Cebrail; Velid'in bacağını göstererek:

-Bunun işi tamam, dedi.

As bin Vail göründü.

-Ya bu nasıl biri?

-Bu da kulların en kötülerinden.

Melek, As'ın karnını işaret ederek:

-Onun da cezası tamam, dedi.

Cebrail, Esved bin Muttalip, Abb-i Yağves, Haris bin kays geçerken tek tek isimlerini sordu ve Allah'ın sevgilisinin onlara da kızgın olduğunu anlayınca; birincinin gözünü, ikincinin başını, üçüncünün karnını işaret ederek:

-Allahü teala, mbunların şerrinden seni kurtardı. Yakındra her biri bir belaya duçar olacaktır, haberini verdi.

... gerçekten az zaman sonra bu amansız kafirlerin her biri bir belaya uğrıdı... Velid'in bacağına bir demir parçası saplandı; her tedbir çaresiz kaldı ve kan kaybından öldü, As bin Vail'in ayağına diken battı. İlaçlar, hiç bir işe yaramadı. Ayak, deve boynu gibi şişti.

-Muhammed'in Allah'a beni öldürüyor! diyerek bağıra bağıra can verdi.

Esved bin Muttalib'in iki gözü birden kör oldu. Cebrail aleyhisselam, bunun kafasını bir ağaca çarparak canını cehenneme yolladı. Esved bin Abdi Yağves'in yüzü ve bedeni aniden simsiyah oldu. dehşete kapılarak evine koştu. Öz ailesi O'nu tanımayarak kovdular. kahrından, başını, yüzüne kapanan kapıya vura vura intihar etti...

Haris bin Kays'ın ölümüne ise bir tabak tuzlu balık yolaçtı. Sanki bir kaç tane balık yememiş de koca bir tu dağını yalayarak bitirmiş gibi ne kadar su iştiyse kanmadı. Okyanusu içse susuzluğunun gitmesi imkansızdı; ve bu sebeple suya kanamadan çatlayarak ölüp gitti.

Bunlar olurken ders alınmıyor muydu; ibret nazarı ile bakan yok muydu? Nerede o basiret. Bilakis aksi yapılıyor.

Mesela:

Hakem isminde bir bahtsız, resululalh yolda yürürken onun arkasında ağzını, gözünü, vücudunu oynatarak maymunluk yapıyor. Sevgili Peygamberimiz, Hakem'in bu maskaralığını görünce hep öyle kalması için dua etti. Gerçekten ömrünün sonuna kadar Hakem'in ağzı, yüzü, organları oynadı, durdu. hep öyle kaldı yani. Eden bulur.

.....

İşte böyle...

Dağ dağ sıkıntılar göğüslenerek mesafeler aşılıyor. O, bir sevgili olduğu, ne varsa uğruna halkedildiği halde yine de hakaretler, öldürme teşebbüslerri, zulümler... her şey kendi kaidesi içinde cereyan ediyor. yoksa yüce Allah, elbette beşerin en mükbulüne her imkanı verebilir...

Mesela:

Bir gün, yine, efendimizi üzmüşler. Bir kenarda oturmuş tefekkür ediyorlar. Bu sırada Cebrail aleyhisselam geliyor. Efendimizi selamlayarak O'na sözleri ile kuvvet ve destek veriyor. Aslında Peygamberimizdeki kudretin kimsede olmadığını izaha çalışıyor:

-Şu karşıdaki ağacı yanına çağır, diyor.

Resulullah ağacı çağırıyor; ağaç önlerine kadar geliyor.

-Gitmesini, söyle diyor Cebrail.

Ağaç Peygamberimizin emri üzerine yerine yürüyor.



 

mum

Üye
Fahri Üye
Katılım
20 Mayıs 2014
Mesajlar
8,812
Tepkime puanı
10
Puanları
131
Konum
Ankara
İLK ŞEHİDLER

ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLERE ÖLÜ DEMEYİN! BİLAKİS ONLAR DİRİDİR; FAKAT SİZ BUNU ANLAYAMAZSINIZ.

BAKARA 154

Feyz ve hidayet ocağının kapısında pençe pençe kan lekeleri... Müşrikler, akla gelebilen ve gelemeyen her yolla insanlığın rehberini yıldırmak istiyorlar. Saadet ocağının kapısındaki kanlı izler, bunun son işareti. Kureyşli dinsizler, bir kaba doldurdukları kana ellerini batırıyor ve kanlı pençelerini o kapıya vuruyorlar... Sabah olduğunda Resuller önderinin kapısında pençe pençe kan izleri görülüyor. Aslında kendi ruhlarının fotoğraflarını çıkarıyorlar. Yoksa böyle gariplikler yapmakla ne elde edilebilir ki... ve bir şey elde edemiyorlar da. Bu sebeple bu safhada Sevgili Peygamberimiz'in yakasından düşerek eshabı güzinden arkasız olanları seçip onlara tasalluta başlıyorlar. Fakat kötü bir başlangıç. Küfür, azınlığın azınlığı durumunda olan hak yolun yolcuları üzerine çok fena çullanmış ve dehşetli bir terör estirmeye başlamışlar. Bu şiddetli baskı, yanardağ lavları gibi coşkun imana sahip ilk müslümanları İslamiyetten alamamışsa da başka bir çok insanın müslümanlığını geciktirmiş ve hak dini tercih cesaretlerini kırmıştır.

Ağır ve geçmek bilmeyen günler. ne çileler. Allah'ım ne büyük imtihanlar!... kıpkırmızı bir gonca gül tomurcuğu, çıplak kayayı zorlayıp çatlatarak yol bulmaya çalışıyor. İlk müminler de cansız kayadan daha sert putperest bir cemiyeti zorlayarak ebedi saadetin fenerini yakmaya uzanıyor...

...karanlık bir mağaradan farksız Arabistan; Arabistan değil, bütün yer yüzü ışıl ışıl bir dünyaya çevrilecek. O bir avuç Peygamber bağlısı, fısıltılarla konuşarak, gizlice buluşarak gözden saklı köşelerde bunun imkanını araştırıyorlar. Bir yıldız kümeciği, ayın nurunu kapayan kalın bulut tabakasını delmeye; zorlanıyor..

Ve, bu müslüman öncülerin bayraklaşan hayatları; dünya durdukça söylenecek bir emsalsiz destan:

İsmi: Yasir İsmi: Abdullah

Dini: İslam Dini: İslam

Akıbeti: Şehid Yasir'in oğlu

.... Akıbeti: Şehid

İsmi: Sümeyye İsmi: Ammar

Dini: İslam Dini: İslam

Kocası: Yasir Yasir'in oğlu

Akıbeti: Şehid Akıbeti: Sonsuz

peygamber dostluğu.

Yasir, kimsesiz ve yoksul bir ademoğlu. Bir iş bulmak ümidi ile yollara düşerek memleti Yemen'e elveda ediyor ve günler sonra vardığı Mekke'de Ebu Huzeyfe bin Mugire'yi buluyor; hizmetkar olarak yanında çalışma başlıyor. Efendisi, Yasir'den ziyadesiyle memnun. Bu sebeple cariyesi Sümeyye ile evlendiriyor... Bunların Ammar ve Abdullah isminde iki erkek evlatları dünyaya geliyor. İki nur topu. Çocuklar, büyüyüp yetişiyorlar. Ebu Huzeyfe ve kabilesi Mahzumoğulları, Yasir'leri hep seviyorlar. Ama; bu temelsiz ve çürük bir sevgi. Hangi maksatla olursa olsun nefretle yer değiştirebilen sevgiye sevgi denemez! Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve Sellem, tevhidin ihtişamlı sancağını yükseltince Yasir, zevcesi Sümeyye ve oğulları Ammar ve Abdullah bir ağızdan "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" diyorlar.

Bu hem tasdik ve kabul ve hem de bir şeref sözüdür. Bu söz, ciğerleri dolduran nefes ve kalbden yükselen aşkla hayrırıldıktan sonra yeni bir dünyanın kapısı açılmış ve insanın varolma sebebi gayesini bulmuş demektir. bundan dolayı "buyur" denilen bu saray kapısından giren hiç kimse ve hiç bir sebep geri döndüremez...

Mahzumoğulları, daha nice şirk ehli ile birlikte bu hakikatten habersizdir. Onlar, kibirlerinin ördüğü gurur ve nefslerinin gafletinden olarak felaketlerine sebep olacak işlerin peşindeler.

Ramda adlı kayalık bir gölge. Güneşin en yakıcı olduğu saatler. Isı belki yetmiş-seksen derece belki de daha fazla.

Mahzumoğulları, dört kişiyi kıskıvrak bağlamış, kızgın sacdan farksız bu taşlarda türlü işkencelerle eziyet ederek İslamiyetten vazgeçirmeye çalışıyor... Bunlar Yasir, hanımı Sümeyye ve oğulları Ammar ile Abdulah.. dilleri damaklarına yapışıyor, yedikleri kırbaç izlerinden söken kan, ayaklarına doğru yol arıyor, beyinleri sıcaktan fokur fokur kaynıyor, taşlar ayaklarını pul pul yakıyor ama imandan küfre dönme tekliflerini onlar yine de:

-Derimizi yüzseniz, hatta etimizi dilim dilim kesseniz biz yine İslam dininden dönmeyiz! diyerek nefretle reddediyorlar.

Bir direniş ki, tarihin ender vak'alarından... O gün ölgün ve bitkin hale gelen Yasir ailesi bırakılıyor. Fakat sair günler Lat ve Uzzaya taptırmak için yapılan işkenceler gaddarca sürüp gidiyor...

.......

Bu dört sahabiyi şimdi de Batha denilen yere götürmüşler orada işkence yapıyorlar. Birden Resulullah görünüyor. Eshabına yapılanlardan fevkalede müteessir olarak üç kere aynı şeyi buyuruyorlar:

-Sabredin ey Yasir ailesi, sebredin ve sevinin ki mükafaatınız cennet olacaktır!!...

O'nu görmüş olmak; sesini duymak, zulüm altındaki bu dört sahabiyi biraz ferahlandırıyor. Yasir, merakle soruyor:

-Ya Resulallah! Günler hep böyle mi geçecek?

Sevgili Peygamberimiz, suali bir dua ile cvaplandırıyorlar:

-Allahım! Yasirailesine rahmet ve mağfiretini ihsan eyle...

Hazret-i Resul'ün oradan ayrılmasından bir süre sonra Yasir, radıyallahü anh, insanın tahammül kuderetini aşan, işkencelere dayanamayarak ruhunu "rahmet ve mağfiret" sahibine teslim etti.

İlk şehid!...

İslam, ilk şehidini verdi...

Ebedi hakikat yoluna can feda edildi. Akın akın gelecek şehidler ordusunun ilk neferi şahadet şerbeti içti. O şanlı şehide bin selam olsun!

...Yasir, hanımı ve oğulları önünde işkence göre göre can verdi. Ama zulüm durmadı. Kafirlerin gözleri kan çanağı. Terden sırılsıklam olmuşlar, takatleri kesilmiş; fakat doymaz zalim hınçları ile diğer üç mümini dövmeye devam ediyorlar. İşte atılan bir okla Abdullah da cennete kanat açıyor.

Baş kafir Ebu Cehil, Sümeyye, radıyallahü anha'ya hem vuruyor; hem lisanla hakaret ediyor. Sümeyye hatun, bu çirkin hareketlerden birine cevap verince hayasızca saldıran ebu Cehil kelbi mübarek kadının ayaklarına ip taktırarak beklemekte olan iki deveye bağlatıyor ve hayvanlar, sür'atle zıt istikametlere sürülüyor.

...ve dehşetli an! Tüyler diken diken havada. Sümeyye latun parçalanırken çığlık çığlığa söylediği kelime-i Tevhid, çelik bir kırbaç gibi Ebu Cehil'in yüzünde şaklıyor.

Bu da ilk kadın şehid? Bu alçak muameleye; bu fütursuz *****liğe maruz kalan imanımızı borçlu olduğumuz o çilekeş büyük insanlar için sicim gibi göz yaşı dökülse yeridir...

Şehadet mertebesini yaratana şükolsun.

Ölüm acısını duymayan, sorgu sual görmeyenlere rahmet; cesedi çürümeyen, bilmediğimiz bir hayatla diri olanlara selam olsun!

Onlar ki şehid'dir.

Babası, kardeşi ve annesi gözleri önünde öldürülen Ammar'ı hayatta tutan tek kuvvet imanı. Yoksa annesinin o feci ölüm şekline yürek mi dayanır? kendisine yapılan eziyetlerse işkence ismindeki vahşetin tam ifadesi. Bir zırh giydirilerek dehşetli güneşin altında tutuluyor. Sıcaktan kor ateşteki demir gibi yanan zırh, Ammar radıyallahü anh'ı kavurdukça kavurdu ve kemiklerinin içindeki iliği bile eritti... "Öldü!" diyerek çekip gittiler. Bu büyük İslam kahramanı saatler sonra kendine geldiğinde bütün kuvvetini toplayarak binbir zorlukla Resulullah'ın huzuruna çıktı. O dağ gibi babayiğit insan çökmüştü..

-Ya Resulallah! Azabın her çeşidini tattık... dedi ve ağlamaya başladı.

Sevgili peygamberimiz sabrın zirvesindeki bu çileli insanın mübarek göz yaşlarını mübarek elleri ile silerek gönlünü aldıktan sonra dua buyurdular:

-Allahım! Sen de Ammar sülalesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma...

.......

Mü'minler, er an tehlikede. Müşriklerin ne zaman, hangi köşebaşında saldıracakları meçhul. Öyle bir-iki eziyet yapıp bırakmak da yok. Ellerine geçirdikleri yerde ısrar ve tehdiktlerle önce "dininden dön! Muhammede uyma!" tehdidini savuruyorlar. İstekleri reddolununca da gelsin alçakça işkenceler. bunlar, sadece kafir olsa neyse; aynı zamanda kör vicdanlı birer zalim.

İşte yine Ammar radıyallahü anh'ı yakalamışlar. Mübarek sahabi ateşle dağlanıyor.

-Lat ve Uzzaya inan! Muhammed'in Allah'ını inkar et!!! Haydi söyle! İnkar ettiğini de; desene!!! Yoksa ölümlerden ölüm beğen Yemen dilencisi!!!

Bu mümkün mü? O'na arkadaş O'na sahabi olma derecesine kavuşan biri bundan döner mi?

-Hayır!!! Putperestliğe asla dönmeyeceğim! ben artık hak yoladıyım. La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah!

Ucu pul kızarmış demir, vücuduna değdikçe "cazz" diye bir ses; yanık bir et kokusu ve dişlerini birbirini öğütürcesine sıkıp yüzünü buruşturan Ammar'ın "Allah!!!" diye yükselen feryadı. Feryat veya münkirlere verilen en büyük cevap! Bir protesto; muazzam reddiye. Efendimiz, sulmün tam üzerine geldiler. her şeyi çok büyük bir ızdırapla görüyorlar. Kadife gibi yumuşak elleri ile büyük mazlumun başını okşadıktan sonra ateşe:

-Ey ateş! İbrahimi yakmadığın gibi Ammar'ı da yakma! O'na da serin ve selamet ol, buyurdular.

Dua anında kabul edilmiş; işkence demiri buz gibi olmuştu. müşrikler, hayrette; lakin gözleri ile gördükleri mucizeye rağmen imana uzaklar. Bazan da bü yüksek sahabiyi boğulsun diye derin kuyulara atıyor veya güneşin altına yatırarak koca kayaları göğsüne koyuyorlar. Niçin? Müslüman diye; kendileri gibi inanmıyor diye? Bu hangi seviyededir! Bu nasıl insanlıktır? Katmerli cahillik!

Bu sıkıntılar içinde dahi sabahlara kadar namaz kılıyor ve ibadet ediyor... namazın en zor hatta imkansız şartlarda bile terkedilemeyeceğine canlı, çarpıcı ve ibretli misal. Rahat yataklardan çıkıp namaza kavuşmayanlar, hangi müdafaanın çürük gerekçesine sığınabilir?

İşkencelerden kalan yara izleri, ömrünün sonuna kadar vücudundan silinmedi... en gerçek şeref madalyası.

Sevgili Peygamberimiz'e, sallallahü aleyhi ve sellem, gelip içeri girmek için müsaade istediğinde ne hoş iltifatlara kavuşurdu:

-Hoş geldin, bütün kötülüklerden arınan, iyiliklerle bezenen ve beğenilen insan!... Bırakın gelsin.



 

mum

Üye
Fahri Üye
Katılım
20 Mayıs 2014
Mesajlar
8,812
Tepkime puanı
10
Puanları
131
Konum
Ankara
KÖLELİKTEN SULTANLIĞA

YA BİLAL, EZAN OKUYARAK BENİ FERAHLANDIR.

HADİS-İ ŞERİF

Bir Mekke gecesi...

Aydınlık ve duru duru bir gece.

Şuradan buradan duyulan böcek ve kuşlar, gecenin derinliğinde eriyen doyulmaz sesleri le göğe kocaman gümüş bir madalyon gibi asılmış dolunaya hangi sırrı fısıldıyor dersiniz.

Yıldızlar, yanıp sönen ışıkları ile uzaktan çevreledikleri aya mı, ürpertili yalnızlığı siyah bir kadife gibi üstüne çekmiş yeryüzüne mi, selam veriyorlar belli değil...

Belli olan o ki bir gölgenin duvar diplerine sine sine yürüdüğü. Uzunca boylu olduğu anlaşılan tedirgin bir karaltı, etrafı iyice dinleyerek bir tehlike bulunmadığına emin olduktan sonra önünde durduğu evin kapısını usulca tıklattı:

-Bilal!

...çıt yok. Karaltı az dinledi. Kapıyı daha hızlı vurdu ve deminkinden daha yüksek seslendi:

-Bilal! Bilal!

Susdu ve beklemeye başladı. Vakit eriyip eriyip giderken içerden ayak sesleri işitildi.

Ohh nihayet geliyor.. Gelen, yaklaşırken, uykulu bir sesle sordu:

-Kim o?!

Dışardaki duyulur duyulmaz bir tonda cevap veriyor:

-Benim! Ebu Bekr!

Bilal, kapıyı aralarken:

-Hayırdır! dedi, gecenin bu saatinde mühimce bir şey olmalı.

-Seni İslam dinine davet için geldim!

Bilal şaşırdı. Bu da ne emek? hem de gece yarısı! "İslam dini" ne demek? İçeri girerken sormaya devam ediyordu:

-Ya Eba Bekr! Bu dediklerini sabah konuşsaydık olmaz mıydı?

-Olmazdı, çünkü efendinin bunu bilmemesi lazım..

Bir kenare iliştiler. İnsanlığın ikinci en üstünü anlatmaya başladı:

-Beşeri; içinde bulunduğu şu zelil ve ahmak mevkiden kurtularak tek ve hakiki mabud olan yüce Allah'a iman saadetine kavuşturacak İslam dinini, diğer peygamberlere de gelmiş olan Cebrail ismindeki melek tebliğ ediyor. Şimdi bu en kamil ve son dinin de bir Peygamberi var. Vahiy O'na geliyor. Ben O'nun elinden tutarak kendisine iman ettim. Arkadaşım olduğun için sana geldim. Senin de iman etmeni; senin de insanlık şuuruna ve mü'min olma huzuruna ermeni arzuluyorum. Şu putlar ilah olur mu canım? Düşünmek lazım. Akıl ve mantığımız var. Mesela kız çocukları niçin utanma sebebi kabul edilerek toprağa gömülsün; hem de diri diri! Çığırında çıkmış bir devirde yaşıyoruz. Halbuki, insan en üstün mahluk. Son dinin Peygamberi bozukluklarımızı ve bütün cihanı düzeltecek ve insana kaybettiği şerefini iade edecek. Bu peygamber, şimdi, aramızda. Gizli gizli dinini yayıyor.

-Kim? Ben tanıyor muyum?

-Tanıyorsun. Muhammed bin Abdulalh. Muhammed'ül Emin. Bugüne kadar bir tek kötü hareketine şahid olmadığımız, hepimizden ve herkesten üstün, asil ve dürüst zat...

Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, Mekke'de doğmasına rağmen aslı Habeşistanlı olduğu için "Habeşli Bilal" manasına Bilal-i Habeşi ismindeki köleye bu öz ve buna yakın kelimelerle anlatıyor. Umeyye bin Halef'in kölesi büyük bir dikkatle dinliyor.

-Zencisin diye seni aşağı görüyor ve köle olarak tutuyorlar. Halbuki benim peygamberimin getirdiği dinde, kimsenin kimseye hiç bir üstünlüğü yok. Herkes Allah'ın kulu ve eşit. Üstünlük sadece ihlas ve takvada. Yani; kişi gayreti ile üstün olabiliyor. Paranın saltanıtı ile değil. Üstünlüğün ölçüsü de Allah'a yakın olmak; servet değil. bu din her cins haksızlığa en büyük darbe.

Bilal'de heyacan zirvede. Duymadığı, üzerinde belki de hiç kafa yormadığı şeyler işitiyordu... sustu... ama ne güzel sözler bunlar. Muhammed'ül Emin, yüksek ahlaklı insan. Ebu Bekr, yine kibar mbir kimse. Bunlardan daha dürüst ve doğru sözlü biri yok ki! Ayın alaca ışığında disdize konuşan bu iki adamdan köle olanı bakışlarını yerden kaldırdı ve:

-Şey, dedi. O'nun teklifini hemen mi kabul ettin?

Bir menfaat peşinde olmasın?!

-Evet; ben, tereddütsüz müslüman oldum. Bir çıkar peşinde olması imkansız. buna ihtiyacı yok ki. Hanımının ne kadar varlıklı olduğunu biliyorsun.

Bilal, bir müddet sessizce düşündükten sonra:

-Bana islamı öğret; nasıl müslüman olacağımı söyle, dedi.

...Ve, aziz dostunun rehberliğinde kelime-i şehadeti tekrarladı...

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü!... zenci adamın dişleri, ayın şavkıyla pahalı inciler gibi yıdır yıldır yanıyordu...

Gecenin şu saatinde her tehlikeyi göze alarak şuraya kadar gelmeye fazlası ile değmiş ve bir kişi daha müslüman olmuştu. Ebu Bekr efendimiz, son derece memnun ve bahtiyar dönüyordu. Bir insanın islamla şereflenmesine sebep olmak! Amellerin en güzeli; en mutluluk vereni.

........

Zenci köle, artık yürüyen bir nnur gibi. Bütün hücrelerini Allah ve Resulullah aşkı doldurmuştu.. O da annesine koştu, annesi de kurtulsun istiyordu. Anneciğinin kafir olarak ölüp ebedi felakete düşmesine gönlü razı olamazdı. Oğlu gibi köle olan Hamime, Bilal'i Habeşi radıyallahu anh'ın teklifi ile müslümanlığı kabul etti ve o köle kadıncık Eshab-ı Kiram ve ilk müslümanlardan olma nimetine kavuştu.

Bilal, çok mert ve dürüst bir köle. Sesi ise inanılmayacak kadar güzel... Efendisi Umeyye bin Halef, ticaret kervanlarına O'nu yolluyor. İnsan-Hayvan, kervandakiler yorgun ve mecalsiz düştüğünde Bilal'in söylediği yanık ve içli nağmelerle herkes kendine geliyor; develer çatlarcasına koşturuyor; ses o kadar güzel ve tesirli...

Hazreti Ebu Bekr'le dostlukları Şam'a giden böyle bir kervan arkadaşlığı ile başlıyor ve bu dostluk, Kureyş eşrafından bir çok kimseye nasip olmayan bir şansla zenci kölenin müslüman oluşu ile kardeşliğe dönüyor.

...Hazreti Ebu Bekr, Ammar bin Yaser, Yaser'in zevcesi Sümeyye Hatun, Süheyl-i Rumi, Mikdat gibi Bilali Habeşi ve Müslüman olduğunu gizlemiyor. Küfre açıktan ve cepheden cihad ilan edenlerden. Bunlar, Resulullah'la birlikte müslümanlığını saklamayan yedi öncü. İlk Mücahidler.

Müslümünlığını işittiği günü kadar, Bilal'in,sahibi Umeyye bin Halef'in yanında kıymetli bir yeri var. Umeyye'nin, oniki köle ve bir kaç oğlu olduğu halde mühim işlerini çok sevdiği Bilal'e yaptırıyor. Efendisinin kervanla başka memleketlere ihraç edilen mallarını bu becerikli Habeşli siyahi köle götürüyor. Umeyye kendine nazaran makbul bir işi daha havale etmiş O'na; Bilal, aynı zamanda puthanenin de bekçisi.

İyşte bu sevgi , beklenmedik bir haber üzerine müthiş bir nefretle yer değiştirdi.

"Bilal müslüman olmuş ve puthanede ne kadar put varsa hepsini yere sermiş" lakırdısı Umeyye bin Halef'i önce şaşırttı; hakikat olduğunu anlayınca da evlatlarına bile tercih ettiği kölesine karşı merhametsiz bir zalim oldu. Hazreti Bilali Habeşi, radıyallahü anh'a, işkencelerin en korkuncunu yapıyor. Kölesi ya! O'nun için istidiğini yaparmış. Kime ne! Zaten kölenin maldan farkı var mıymış?

Böyle düşünüyor zalim. Ve bu mantıktan aldığı kevvetle o mübarek sahabiyi sille-tokat ve sopa ile dövüyor, dövüyor.

-Muhammed'i inkar et; Lat ve Uzza'ya dön; İslamiyyeti reddet, dedikçe büyük sahabinin cevabı:

-Ehad,ehad / Allah bir, Allah bir!!!

Yeniden tokat, yeniden tekme, yeniden sopa... Bir ağaca sıkıca bağlanmış mazlum insanın, patlamış dudak kenarlarından kan sızıyor. Gözleri, yanakları şiş şiş. Göz pınarlarından yaşlar yuvarlanıyor.

Ama Umeyye'nin hıncı dinmiyor. Nasıl olur? Bir köle kendisi istemediği halde nasıl müslüman olur? Sair müşriklerle birlikte sürüte sürüte, kızgın sal-taşlara götürüyorlar. Öylesine kızgın ki bu düz taşlara et konsa biraz sonra pişecek hale gelir.

Yine "dininden dön" teklifi.

Yine red.

Üzerinde ne varsa çıkarmışlar. Sadece bir don kalmış. Sallara yatırıyorlar. Günün en sıcak saatleri. Taşlar cayır cayır yakıyor. Bu da doyurmuyor Umeyye'yi,

-Şu koca taşları da üstüne koyun! diyor ve çakmak çakmak gözlerini işkence altındaki garibin gözlerine dikiyor:

-Muhammed'i yalanla, diyorum sana!

İslamiyyetten dön! Sende hiç mi akıl yok? Nasıl da inanmıştım sana! Dön diyorum! Bir cahillik ettiğini söyle haydi; yoksa öleceksin!

Cevap değişmiyor:

-La ilahe illallah! La ilahe illallah Muhammedün resulullah!

Altta yakıcı taşlar, üstünde kaya parcaları, kavuran Arabistan güneşi ve dehşetli ızdırap çeken kimsesiz bir insan, bir garip. Umeyye kafi görmüyor:

-Kum atın üstüne!...

Sıcak kum, kızgın zeytinyağı gibi vücuduna dökülüyor. Boğazına kadar kumlara gömülü... elleri ayakları bağlı, kıpırdayamıyor; bin zorlukla ve can çekişir gibi nefes alıyor.

Saatlerce böyle ağır işkence çektikten sonra çıkarıp yine ateş gibi sallara yüz üstü yatırıyor ve bu defa sırtına ağır taşlar koyuyorlar:

veya... Umeyye bin Halef, Ebu Cehil ve bir müşrik sürüsü, yüksek sahabinin ayağına ip takıp çıplak olduğu halde canavar dişi gibi sivri çalı dikenlerri üzerinde sürüterek bütün vücudunu yırtık ve çizikler içinde koyuryorlar. Hazret-i Bilal, kanlar içinde kalıp, kendinden geçerken onlarda en küçük bir vicdan sızısı yok... bilakis alay ediyorlar.

veya... gündüz en yakıcı saatlerde bir direğe bağlayarak; suzuz ekmeksiz ta geceye kadar bekletiyorlar. Ayaklarına kara sular iniyor. Gece olurca da gelsin türlü türlü işkenceler.

Bir gün... O'nu yine ateş gibi taşlar üzerine yatırılmış olarak aynı anzarayı görüyoruz.

Umeyye:

-Muhammed'i inkar et. İlahlarımıza dön. Gel vazgeç şu sevdadan!

Diyerek sövüp-sayıyor.

Bu islam öncüsü gevrek ve zor işitilir bir sesle aynı cevabını veriyor:

-Allah birdir, Allah birdir!... Ehad! Ehad!

Sanki onlarla hiçt alakası yok.

Bunun üzerine kafirler, üç-beş kişinin zor kaldırdığı bir kayayı getirip mazlum sahabinin göğsüne koydular... ancak hırıltı halinde nefes alabiliyor. Nerede ise son nefesini verecek.

Öldürücü sıcak, göğsü üzerindeki müthiş ağırlık, açlık, susuzluk, vücudundaki ızdırap veren yaralar.... ve tükenen takat; bayıldı... saatlerce baygın kaldı... iyice zayıflamış. Avurtları çökmüş. Gözleri çukura kaçmış. Dudakları kansız ve çatlak içinde. Kısa kıvır kıvır saçları, seyrek sakalı terden ıpıslak. Bir tek kişi bile "yahu bu da insandır!" demedi ve o vaziyetten kurtarmadılar. Hazret-i Bilal, radıyallahü anh, gözlerini açtığında tışın göğsünden düşmüş ve güneşin gri bir bulut kümesinin arkasında kaybolmuş olduğunu gördü. Gördü ve şükrünü dile getirdi:

-Allah'ım senden gelen heş güzel...

İşte iman, işte müslüman.

Onlar nerede biz nerede? Nerede dayanılmaz zorluklara sabırla katlanan sahabi ahlakı; nerede bizim irade zayıflığımız... Allah'ım; bizi onlara benzet...

Bilal'i Habeş'i de mecal diye bir şey kalmamış. Bitmiş durumda. Fakat işkenceler bitmiyor. Kafir olmaktan daha beter ne var ki? Bir deve yularını iki kat yaparak mübarek insanın boynuna geçirip, ipi çocukların eline veriyorlar.

Boynunda ip, Mekke sokaklarında peşinde rbir alay çocukla sürütülen zenci köle. Onların gözünde köle. Aslında bir sultan... Görenler merak edip konuşuyor!

-Ne olmuş?

-Müslüman olmuş, efendisi ceza veriyor.

Bir gün yine işkenceler altında; Umeyyeler, Ebu Cehiller ve daha niceleri kararlı:

-Ya İslamiyetten dönesin veya seni öldüreceğiz!

Göğüs ve karnında ağır ağır taşlar, yakan kum, tepede kızgın güneş. Ve tavizsiz konuşan İslam düşmanları. Teklif ve tehditler, hakaretler, alaylar birbirine karışıyor.

-Hadi inkar et, Lat ve Uzza'ya dön, hadi delilik yapma dinimize karşı gelme!

Cevap, sakin, yumuşak telaşsız:

-Ehad, ehad /Allah bir, Allah bir...

İşte tam o an Allah'ın Resulü görülüyor. Mazlum sahabi, ölümü beklerken bir müjde; Peygamberimizin sözü, serin sular gibi yüreğine serpiliyor.

-Allahü tealanın ismini söylemek seni kurtarır!

Efendimiz, oradan ayrılarak evlerine gittiler. Az sonra Hazret-i Ebu Bekr, geldi. Resulullah, Bilali Habeşi'ye yapılan işkenceleri anlatarak tarifsiz derecede üzgün olduğunu ifade buyurdular. Yüksek sahabi, derhal Peygamberimizin tarif etttiği yere koştu... Manzara dayanılır gibi değil.

-Ya Umeyye! Bilal'e bü kötülükleri yapmakla ne kazanacaksın ki; size bir teklif; O'nu bana satın?

Yüzler, Ebu Bekr, radıyallahü anh'a çevrili ve biraz şaşkın.

-Sana satmak mı? Niçin satalım. Zaten sen bunları yoldan çıkarıp, Muhammed'in peşine takıyorsun. Fakat takas yapabiliriz.

Mesela:

-Kölen Amir ile değiştirebiliriz.

-Derhal. Amir'i bütün malı ile sana bağışladım ya Umeyye! Yeter ki kardeşimi bana ver..

-Al senin olsun!

Ebu bekr efendimiz, hemen dostunun üzerine koştu. Taşları attı, bağlarını çözdü ve O'na yardım ederek hanei saadetin yoluna düştüler.

Müşrikler, Ebu Bekr'i kandırdıkları fikrinde oldukları için zevkden ağızlarının suyu akıyor. Çünkü Amir çok zengin ve o da Bilal gibi hünerli bir köle... Hem malları ile birlikte onu alıyor hem de bir sıkıntıdan kurtuluyorlardı... nasipsiz Amir, efendisi Ebu Bekr hazretlerinin müslüman olma teklifini her defasında geri çevirmişti.

Herkes, serbest iradesi ile layık olduğu yeri buluyor. Kainatın efendisinin huzuruna vardıklarında Hazret-i Ebu Bekr, hiç vakit kaybetmeden hemen arzetti:

-Bilal'i Allah rızası için azad ettim.

Peygamberimiz, memnun kalarak dua buyurdular. Onu sevindirmek karşılıksız kalır mı? Hemen vahiy geldi. Velleyl sueresinin onyedinci ayet-i kerimesi ile Ebu Bekr radıyallahü anh'ın da cehennemden azad edildiği haber veriliyordu.

Bilali Habeşi radıyallahü anh, hürriyetine kavuşunca uğruda akıl almaz işkencelere katlandığı Resulullah'ın yanından ayrılayarak O'nun müezzini oldu.

Peygamber müezzinliği... ikinci bir kula nasip olmayan şanlı rütbe. O garip, kimsesiz köleciğe islamiyet hükümdarların kavuşamıyacağı bir makam vermişti. Ezan okuyor; ne güzel ses Allah'ım! Ferahlandırıcı ve deruni.

O, ezan okurken gözler, yaşla, kalbler nurla doluyor.

BABA'NIN ZULMÜ

DE Kİ: MAĞRİB VE BAŞRIK ALLAH'IN MÜLKÜDÜR. O, DİLEDİĞİNİ DOĞRU YOLA İLETİR.

BAKARA: 142

Ey alemlerin Rabbi olan yüce Allahım; babama hasta yatağından kalkmak nasip eyleme!...

Bir beddua...

Ağza alınması zor, müthiş bir söz.

Bir evladın bababasının canını alması için niyazı.

Bu evlat, hem de eshabdan biri!

Nasıl olur?

Bir sahabi öz babası için nasıl böyle konuşuyor?

............

Halid bin Said, bir rüya görüyor. Korkulu bir düş,.. tasvir edilmez dehşetli ile cehennem.

Ateş, insanı tepeden tırnağa korku içinde bırakıyor. Korkonç bir yer.

Halid, cehennemin kıyısında ve kaynayan, homurdanan ateş, gürül gürül... tam bu sırada arkasında babası Ebu Uhahya beliriyor.

Ama bu adam çılgın... oğlunu cehenneme itekliyor. Halid, düştü düşecek; sallanıyor. Kibirden iki cihan sultanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, zuhur ediyor ve Halid bin Said'i belinden yakaladığı gibi ateşin ağzından çekip alıyor...

...Bir feryatla tavan inip kalkıyor adeta... Halid, Cehennemden kurtarıldığı an kopardığı feryatla uykudan sıçramış ve yatağından doğrulmuş oturuyor...

Hala korkular içinde. Yemin ediyor:

-Vallahi bu rüya aynen doğru!..

Sıkıntıdan boğulacak gibi. Hava almak üzere kendini sokağa atıyor. Gecenin erken saatleri olduğu için tek tük insanlar geçmekte. Bir dost çehresi arıyor. şu karşıdan gelen aşina biri galiba.

Gecenin mavi loşluğunda bunun Hazret-i Ebu bekr olduğunu anlayınca seviniyor... rüyasını anlatabileceği aklı başında bir insanı görmenin memnuyeti.

Hazret-i Ebu Bekr radıyallahü anh'ın önünde duruyor. Hoşbeşden sonra rüyadan bahsediyor.

-Sahih bir rüya görmüşsün. Ebu Kasım son peygamberdir. Koş kendisine tabi ol!

Halid bin said, pür dikkat ve pür heyecan dinliyor:

-Rüyanın tefsirine gelince: Sen Muhammed ül Emin'in dinine girecek ve dava arkadaşı olacaksın. Yani O, seni rüyadaki gibi cehenneme düşmekten koruyacak. babansa maalesef cehennmlik olacak.

-Öyle ise ben hemen O'na gidiyorum.

Mübarek Peygamberimiz bu sırada eccyad adlı yerde.Halid, Peygamber aleyhisselam'ın huzuruna çıktı... Heyecanını saklıyamıyor.

-Ya Ebul Kasım, sen insanları neye çağırıyorsun?

-Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeye ve duymayan, görmeyen, fayda ve zarar vermez, kendisine tapanları da, tapmayanrı da bilmeyen taş parçalarına ibadet etmekten vazgeçmeye davet ediyorum.

Peygamber kelamı, Halid'in kalbini pamuk gibi yumuşatmış ve önünde yeni ufuklar açmıştı. Bu ne güzel davet böyle. İnsanı haysiyetine, insanı insanlığını idrake davet, insanı mantıksızlıktan, küçüklükten, basitlikten kurtulmaya davet.

Mevlam bir kere nasip etmiş ya. Büyük devlete elbette kavuşacak... işte ikrarda!

-Allah'dan gayri ilah olmadığına şehadet ederim. Ve yine şehadet ederim ki, sen Allah'ın Peygamberisin...

İslamın altın zincirine beşinci halkanın eklenmesi efendimizi çok sevindirdi... Hem de iyi yetişmiş ve kültürlü bir insan.

Halid bin Said radıyallahü anh'ın İslamiyetle şereflenmelerini önce hanımı Ümeyye radıyallahü anla ve sonra kardeşlerinden Ömer bin Said radıyallahü anh takip etti.

Bunlar da "Sabikun-evvel" tabir edilen ilk müminlerden.

İki kardeş, Mekke'nin gözden saklı bir yerinde namazdalar... Huşu içinde ibadet ediyorlar. namazı henüz bitirmişlerdi ki diğer kardeşlerinin yanlarına geldiğini fark ettiler.. Babaları çağırıyordu; Ebu Uhayha. Azgın bir islam düşmanı olan Ebu Uhayha.

Gittiler... baba, sanki barut fıçısı. Bütün kızgınlığının hedefi Halid bin Said.

-Doğru mu? Sen Muhammed'in dinine girmişsin, doğru mu?

Gözlerinde nefret şimşekleri çakıyor. Asil sahabi ise alabildiğine sakin:

-Evet; doğru!

-Çabuk vazgeç ve özür diler! Sen, O'nun dini ile adetlerimize, inançlarımıza, putlarımıza, mazimize hakaret ettiğini biliyor musun?

O- doğru söylüyor. dedikleri hep doğru. Kendisine daha düne kadar 'Muhammed'ül Emin' diyen siz değil miydiniz? Yemin ederim ki islamiyet hak din. Geri dönmem mümkün değil. Dinimden çıkmaktansa ölmeyi tercih ederim! Derdemez Ebu Uhayha, elindeki sopayı Halid bin Said radıyallahü anh'ın kafasına kafasına indirmeye başladı. Bir taraftan da tehdit ediyor:

-Bundan sonra sana aş-ekmek yok! Seni söz dinlemez inadçı evlat seni!

Hazret-i Halid efendimiz, sopalardan korunmaya çalışırken verdiği cevapla tehdidi bir kağıt gibi yırtıp parçaladı.

-Sen nafakamı kessen de Allahü teala, rızkımı ihsan eder!...

-Hala konuşuyor. Çabuk şunu mahzene tıkın!

Ebu Uhayha'nın elindeki sopa Halid radıyallahü anh'ın üstünde parçalanmıştı... kafası yumurta gibi şişler içinde kalan, yüzünden kanlar sızan, mübarek sahabiyi evin havasız, ışıksız ve faerelerin cirit attığı mahzenine hepsettiler..

Ebu Uhayha, diğer çocuklarının onunla konuşmasını yasakladı...

Hazret-i Halid, sıcak Mekke havasında burada üç güç aç-susuz hapis kaldı. Fakat Allah'ın lütfu ile bir fısatını bularak kaçıp firar etti ve şehrin dışında bir yere gizlendi...

Kafirlerin, zulmü iyice azmış ve müminler, efendimizin talimatı ile Habeşistan'a Hicret etme hazırlığına başlamışlardı.

İşte bu sırada Ebu Uhayha, ağır şekilde hastalanarak yatağa düştü. O hasta halinde bile "şu müslüman oldu; falan da müslüman oldu" gibi haberleri aldıkça öfkeleniyor ve:

-İyileşirsem bir kişi bile putlardan başka bir şeye ibadet etmeyecek.Buna fırsat vermiyeceğim, diyordu.

Bu zalim niyet, Halid bin Said'in yani Ebu Uhayha'nın zulmünden kaçan oğlu'nun kulağına geldi...

İman-küfür mücadelesinde baba mı dinlenir? Ya iyileşir de müslümanlara sıkıntı verirse?! Bu sual, büyük sahabiyi huzursut etti. Öyleyse O'nu Allah'a havale etmeli...

Bu şartlarda dua ve beddua eldeki tek silah...

...dua kabul oldu ve yer yüzünden bir müşrik daha eksildi...

DARÜL İSLAM

O KAFİRLER, İMAN EDENLER İÇİN; "EĞER ONDA (İSLAMİYETTE) BİR HAYIR OLSAYDI BU HUSUSDA ONLAR (FAKİRLER, ÇARESİZLER) BİZİM ÖNÜMÜZE GEÇEMEZLER, BİZDEN ÖNCE ONA KOŞMAZLARDI" DEDİLER. HALBUKİ ONLAR, ONUNLA (KUR'AN-I KERİMLE MÜ'MİNLER GİBİ)HİDAYETE KOŞAMADIKLARI İÇİN (KUR'AN-I KERİMİ İNKAR ETMEK İÇİN) "BU KUR'AN-I KERİM (MUHAMMED'İN ORTAYA ÇIKARDIĞI) ESKİ BİR YALANDIR" DİYECEKLERDİR.

AHKAF: 11

Madem ki Kur'an inzal olacaktı; niçin Haşimilerden Abdullah'ın yetimi seçilmişti? Halbuki Mekke ve Taif'de nice büyü zenginler, herkesin hürmet gösterdiği liderler ve güngörmüş ihtiyarlar vardı... bunlar dururken Peygamberliğin ona gelmesi... böyle mbir eyi akılları almıyordu.

Velid bin Mugire ile diğerlerri de böyle düşünmüyor mu?

Velid:

-Muhammed'e gelen şu Kur'an keşke iki memleketten birinin büyüğüne; mesela Ümeyye bin Halef'e inseydi derken; bir islam düşmanı elini arkadaşının omuzuna koymuş başıyla onu tasdik ediyor:

-Doğru diyorsun dostum! Veya senin gibi birine gelmeliydi...

-Teşekkür ederim... kendim için konuşmuyorum ama; mesela Sakif kabilesinden biri Mes'ud bin Amir veya Kinane bin Abdi yalil, Muattib veya Urve, nebi olsaydı daha yerinde olurdu.

Sanki kendilerine sorulacaktı. Cenab-ı Hakkın rahmetini onlar mı bölüşüyor ki bu işe karışırlar?

Kureyş'in bir de eskiden beri ürüp gelen aileler arası rekabet ve iç çekişme meselesi var. eğer Haşimioğullarından bire resul olarak kabul görürse bu aile, diğerleri ile mukayese kaebul etyecek derecede arayı açacak. ebu Cehil ve kafadarları bunun da korku ve kıskançlığını yaşıyorlar. Ebu Cehil, kendi kendine soruyor:

-Haşimilerle hep yarıştık. Onlar, halka ziyafet verdi, biz de verdik. İhtilaflarda diyet ödediler, biz de ödedik. Halka ihsanlarda bulundular, biz de ihsan ettik. haşimioğullarıyla şan şöhret hususunda atbaşı koşturduk durduk. Şimdi ise kendine gökten vahiy geldiğini iddia ettikleri bir Peygamberimiz var, diyorlar. bune denk birini nasıl bulalım? Asla asla! O'na asla inanmayacağız!...

Kalbi mühürlü nasipsiz Ebu Cehil, katmerli öfkeler içindeydi. Bu sebeple yeni müslüman olmuş hherkese koşarak bu mes'ud kimse zengin biri ise "seni batırırız. Servetini yok ederiz", diyerek, şeref ve itibarı yeksekse "seni rezil eder, halkın içine çıkamaz hale getiririz", diyerek, fıakir, köle, kimsesizse önce tehditle; netice alamayınca işkencelerle islam dininden koparmaya uğraşırdı.

Zinnire radıyallahü anha'nın da ebedi saadet yolunu seçtiğini haber aldılar... 'bu kölelere de n'oluyor? Bunlar kim ki; ne ki efendilerine rağmen din değiştirme cesateri gösteriyorlar? Böyle bir hakları var mı? Bu nasıl terbiyesizliktir böyle!... İster erkek ister kadın; bu suçu işleyen kim olursa olsun en ağır cazalara çarptırılmalı ki diğerleri aynı hataya düşmesin. Cezalar ibret ve dehşet versin'.

Gerçekten dehşet verici işkenceler çektiriliyordu ama sahabi imanı karşısında kötülükler güneş altındaki kar gibi eriyor... Evet kahramanlardan biri bir hanım. Kimi kimsesi olmayan bir köle.

...İşte, EbuCehil azgını, ellerini garibin gırtlağına kerpeten gibi geçirmiş onu zorla irtidat ettirmeye çalışıyor. Zinnire Hatun'un gözleri dışarı uğramış, rengi uçmuş, vaziyeti perişan olduğu halde:

-Muhammed'in yolundan dön ve Lat ile Uzza'nın ilahlığını kebul et! Tekliflerini şiddetle reddediyor.

Ebu Cehil, yorulunca başka kafirler işkenceye başlıyor. Günlerin hikayesi böyle. Sıcak güneş altında aç susuz bırakılarak iyice kuvvetten düşürüldükten sonra en gaddar baskılarla mürted olmaya zorlama... ve, elhamdülillah, şahane bir irade ve iman mukaveti ile en küçük sarsıntının olmaması. Küfrün ummadığı bir netice. Küfür, aşamadığı dağlar karşısında...

Fakat maruz kaldığı kötü muameleler, müslüman hanımın sıhhatine ziyan veriyor. İşkence üstüne işkence, görme kabiliyetini kaybetmesine sebep olmuştur... Müşriklerin keyfi yerinde... ebu Cehil, cahiliyye cephesi adına konuşuyor:

-Ey Zinnire! Gördün mü? Lat ve Uzza kendilerine tapmıyorsun diye gözlerini nasıl kör etti?...

-Hayır ya Eba Cehil; Yanılıyorsun! Senin tanrı bildiğin Lat ve Uzza, her şeyden habersiz iki heykel. Ne kendilerine ilah diyenlenden haberi var, ne nefret edenlerden. Onlar hiç bir işe yaramaz. Lakin benim ezeli ve ebedi olan Allahım göz nurumu elbette iade edebilir... O her şeye kadirdir.

Münkirler, işkence altındaki şu himayesiz fakir ve garip kadının gösterdiği iman ihtişamına hayret ediyorlar...

Ve gerçekten bir zaman sonra Zinnire radıyallahü anha görür oldu. Hem de eskisinden daha iyi görüyor.

Ebu Cehilller imana gelse ya!

-Bu da Muhammed'in sihri. Yahi şu köle bizden daha mı akıllı ki doğruyu buluyor. Dinleri kabule layık olsaydı önce biz inanırdık...

Cenab-ı Hak, bu kibir dolu sözleri Ahkaf suresinin onbirinci ayet-i kerimesi ile cevaplandırdı...

Nehdiye, Lübeyne, Ümmü Ubeys müslüman oldukları anlaşılarak işkence ile küfre dönmeye zorlanan diğerbazı islam hanımları.

...en ağır zulüm, en vahşi işkencelere katlandılar; aç susuz kaldılar, vücutları yaralardan sızım sızım sızladı, ölümü şehidliğe giden yol gördüler ve şehid oldular.. İlahi aşk ve Resululalh sohbeti onları bir anda değiştirdi. Çağlayanlar gibi iman, şaşılacak irade, yorulmayan azimle asla, asla, asla yılmadılar. Çetin imtihanlardan geçerek onlar "eshab-ı kiram" oldular; Peygamberimize arkadaşlık rütbesine ravuştular ki bu rütbeye, bu manevi yüksekliğe sevgili Peygamberimiz'i göremeyen yüksek veliler en büyük alimler dahi varamadı. Ve bu iman ve hayat anlayışı ile kıyamete kadar gelecek müslümanların değişmez rehberi oldular.

İşte altıncı müslümün; ilklerden Habban bin Eret, radıyallahü anh. Kalbi Allah ve Peygamber muhabbetiyle lebaleb dolu... küfür ehli, müslüman olduğunu anlayınca Habbab'a gördükleri yerde çullanıyor ve yeni dininden çevirmek için iknaya uğraşıyor; başarılı olamayınca 'bu da can taşıyor' demeden kuduz köpekler gibi saldırıyorlar... Hele şu manzaya bir bakın;

Büyük sahibinin gömleğini almışlar. Suları fokur fokur kaynatacak kadar sıcak saatler.. Vücuduna ateş gibi taşları basıp basıp çekerken:

-İnat etme gel Lat'ı Uzza'yı tanrı bil, diye bağırıyorlar. Ama O, her defasında kızgın taşlardan ta ciğerine kadar kavrulduğu halde:

-La ilahe illallah Muhammedün Resulullah! diye haykırıyor.

Ve bu mutlak doğru söz, zalimleri şaşkına çeviriyor. şu sıkıntılar içinde bile bir kölenin böylesine yiğitçe direnmesi kendileri gibi, bir dediği iki olmayan Mekke eşrafına karşı gelmesi aıl ve hafsalalarına sığmıyor. Çıldırıyorlar. Çalılar toplayarak Habban'ın vücudunu yukardan aşağıya, ayağıdan yukarıya dikenlerle tarıyorlar. Sivri ve sert dikenlerin açtığı derin çiziklerden yol yol kanlar koşturuyor. Susuzluktan ağzındaki tükrük kurumuş, vücudu taşlarla yakıldıktan sonra dikenlerle tarla gibi sürülmüş mübarek insan, Allah'a şirk koşanlara inat dişlerini sıkıyor ve kalan bütün gücünü topyalarak ünlüyor:

-Allah!...

Müşrikler, netice alamayınca dağılıyor. Hazret-i Habbab, zorlukla evine dünüyor. İstirahat mı edecek? Yaraları mı pansuman yapılacak? Ne gezer! evde başka bir zalim var. Habbab'ın sahibesi Ümmü Enmar adlı kafir kadın.. Eziyetlerden kolu kanadı kırılmış ve o bitkinlikle bir kenara yığılmış kölesine bir kadın vicdanına en aykırı gaddarlıkla zulümler yapıyor... İşte, elinde ateşte kızartılmış demir, kölesinin üstüne yürüyor. Sinsi ve merhametsiz adımlarla yaklaşıp Habbab'ın bışını bir kaç yerden kızgın demirle dağlıyor. Aklı sıra Lat ve Uzza adına intikam almakta. Hırsı tatmin olunca çekip gidiyor.

Kabus ve azaplarla dolu bir gece daha geçiriyor. ama izleyen sabahlarda rahat var mı? Mü'minleri azlık, müminler bir avuç ve çoğu köle, kimsesiz, yoksul. Onun için bir mümin münkirlerin gözüne çarpmaya görsün hemen üzerine üşüşüyorlar... Habbab, yine ellerine düşmüş. Ama o da ne? Eyvah! Bu sefer diri diri yakacaklar O'nu. Meydana yığdıkları odunları ateşlemişler.. merhamet mahrumu insafsız zalimler, bir cinnet anının buhranını yaşarcasına yüzleri sert yaylar kadar gergin ve asabi. Alevler, bir adam boyu yükselince büyük sahabiyi elinden ayağından tuttukları gibi ateşin ortasına fılatıyorlar. Alevler, bir kızı ahtapot gibi avğnğ dört taraftan sarıyor... istiyorlar ki yalvarsın, istiyorlar ki pişmanlığını dilegetirsin, dininden dönsün, el ve ayaklarına kapansın... şaşkınlar! Siz sahabinin ne demek olduğunu bilseniz böyle düşünmezsiniz. İçi Allah aşkı ile dolu olana ateş ne yapar ki. Ateşbile Rahmanın emrinde değil mi, İbrahim aleyhisselam'ı yaktı mı, Ammar radıyallahü anh'ı yaktı mı? Bir düşünseler, bunu bir idrak edebilseler...

Fakat küfrün koyu zulmeti gözlerini bürümüş; kat kat gaflet içindeler. Habbab radıyallahü anh'ın göğsüne basıyorlar ki ateş bir an evvel kavurup kömür etsin... Ama seçilmiş insanın sırtında bir iki yer yandıktan sonra o mübarek vücut, ateşi söndürüyor... kafirlerin aklı almıyor bunu. Bari sussalar. Hayır! Ucuz yorum ve dillerinden düşmeyen yave hazır:

-Bu da sihir!

Akıllarını sihirle bozmuşlar. ne hikmettir? Peygamberlerin Peygamberini bu kadar yakından gör, senelerce üstün ahlakına şahidlik et; sonunda gel onun tebliğine düşman ol.

............

Habbab radıyallahü anh, dua talebi ile yüksek huzurda:

-Ya Resulallah! Beni dışarıda müşrikler ateşe atıyorlar; evede Ümmü Enmar pul pul demirler başımı dağlıyor; işte yaralarım. Şerlerinden kurtulmam için dua buyurmanızı istirham ediyorum.

Sevgili Peygamberimiz, dini için bu kadar eza ve cefa gören aziz sahabiye üzüldüler ve dua ettiler:

-Ya Rabbi! Habbab'a yardım et.. dediler ve devamla:

-Sizden evvelki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri kazılır, etleri soyulurdu. Ama bu işkence onları yine dinlerinden çeviremezdi. Müminleri tepesinden aşağıya testere ile ikiye bölerler, fakat imanından taviz koparamazlardı. Yüce Allah, islamiyeti elbette ikmak edecektir... Fakat siz acele ediyorsunuz...

Bir gün Ümmü Emmar'ın başı şiddetli şekilde ağrımaya başladı... sabahlara kadar ızdırıp çekiyor; inim inim inliyor. Kahin, sihirbaz, ilaç her şey nafile. Neticede, başının ateşde kızartılmış demirle dağlanması öğütleniyor. Bunu yaprsa acıları dinermiş.

Habbab'a çağırdı ve emretti:

-Acılarım azanca bir çubuk kızart ve başımı dağla.. Ağrı krizleri başlayınca Hazret-i Habbab, müşrik kadının kafasını cazır cazır dağlıyor.

Elbette! kim dua buyurmuştu...

.........

Bir avuç aşk ehli eziyet gördükçe, zulüm ve işkence çektikçe birbirine daha çok sarılıyor. Hepsinde örnek ahlak ve yüksek fedakarlıklar. mesela Hazret-i Ebu Bekr; islamiyetin henüz zuhur ettiği o zor günlerde unutulmaz hizmetler veriyor. peygamberimizi kabul eden kadın-erkek köleleri para verip satın aldıktan hürriyetlerine kavuşturuyor... Babası; merak ediyor:

-Oğlum; bu zayıf köle ve cariyelerin diyetlerini ödeyerek azad edeceğine; güçlü-kuvvetli olanlarını satın alsan daha iyi olmaz mı? Seni zor zamanlarda himaye ederler.

-Babacığım; Allah'ın rızasını kazanmak için böyle davranıyorum.

Bütün işkencelere rağmen islamiyeti seçenler çoğalmakta. Mü'minler, çoğaldıkça da müşrikler, köpürüyor. İşkence, şiddet ve sulüm, müslümanlara azgın okyanus dalgaları gibi çarpmakta.

Bunun üzerine Resulullah, eshabını bir araya toplamaya karar veriyorlar. emin bir yerde kuvvet birliği yapılacak. islamiyet anlatılacak; mü'min olmak isteyenler burada imana gelecekti. Bu baksatla ilk müslümanlardan erkam bin Ebil Erkam'ın evi karargah ittihaz edildi. Safa tepesinin doğusunda dar bir sokakta bulunan ve Kabe'yi gören stratejik bir mevki... Mü'minler burada gizlice toplanıyor. efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, sohbet buyururken pür dikkat dinliyorlar. Hiç bir kelimeyi kaçırmadan islamiyeti öğreniyor ve başkalarına da öğretiyorlar. Erkam radıyallahü ahn'ın evi ilk müslamanlar için hem kale, hem mektep, hem mescid, hem dergah. Hazret-i Hamza, Süheyl bin Sinan gibi bazı eshab bu evde kelime-i şehadet getirerek islamiyeti seçti.... Hazret-i Ömer'in hidayetine kadar islamiyet, buradan intişar etti. İlk dar ül islam; ilk islam yurdu burası...Dar ül Erkam müesseseleşmede ilk adım.

Müminlerde böylece cemaat şuuru gelişiyor. Ümmetin ilk nühvesi... işte bu cemaat, bir gün kendi aralarında konuşarak şu ana kadar Peygamberlerden gayri hiç kimsenin kaffirlere ayet-i kerime okuyamamış olmasına hayıflanıyorlar. Abdullan bin Mes'ud radıyallahü anh:

-Bu işi ben yaparım, diyor.

-Ziyan görürsün. Ailen kuvvetli değil. desteğin yok!

Diye yapılan itirazlara aldırmadan Kabe-i Şerife; Makam-ı İbrahime geliyor. Ortılk kafir dolu... Mübarek sahabi zerrece korkmadan yüksek sesle besmele çekerek Rahman suresini kıraate başlıyor.

Münkirler irkiliyor:

Bu ne okuyor böyle, diye birbirlerine soruyorlar.

Muhammed'in getirdiklerini.

Ya öylemi? Şimdi okumak nasılmış görür!

Abdullah bin Mes'ud'a tekme ve tokatlarla saldırıyorlar; fakat büyük mücahid o şartlarda bile okumaya devam ediyor.

Ellerinen kurtulduğunda yüzü gözü şiş ve yaralıydı. Ama ilk defa küfrün üzerine yürünmüştür ve bu yürüyüş, istikbalde çığ gibi yürüyecektir.

Bir gün de Ebu Düb vadisinin ıssız bir köşesinde Sa'd bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Abdullah bin mes'ud Habbab bin Eret cemaatle namaz kılıyorlar... Bir grup müşrik nasılsa bunu haber almış ve yanlarına gelerek alay etmeye başlamışlardı.

Namaz bitince mü'minler, bu yılışık kafirleri bir güzel tartakladılar. Sa'd bin Ebi Vakkas, eline geçen bir deve kemiğini kılıç gibi kullanarak alaycılardan birinin kafasına indirdi... elhamdülillah, kafirlerden birinin kafası yarılmış kan akıyor. Küfür, kan kaybetmeye başladı... Müminler, Müminler kafirleri önlerine katıp kovalıyarak oradan, def ettiler... küfür, geriye doğru saymaya başlamıştır.

bunun farkında değil. İyi ki de deği!

Ordulaşacak cemaatten ilk işaret...



 

mum

Üye
Fahri Üye
Katılım
20 Mayıs 2014
Mesajlar
8,812
Tepkime puanı
10
Puanları
131
Konum
Ankara
ALLAH ve RESULÜNÜN

MUHABBETİ UĞRUNA

Sevgili Peygamberimizi düşmana karşı müdüfaa Ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile Kesilince sancağı sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan Ve şehid olunca üzerindeki entari Yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla Örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahibeye gökteki yıldızlar, çöllerdeki kumlar ayısınca selam olsun.

Kıvrım kıvrım siyah saçlar,cezbedici yüzü, mevzun boyu ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli:

Yani:

Mus'ab bin Umeyr.

Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belegata sahip.

Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor...

Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tarı olması ne demek? Hihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, İçinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulumadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor...

Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke sitesinin bu entellektüel genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye içten içe isyanda haklıdır.

Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki şu toplumun ileri tutar tarafı yok?

Seçkin genç, bu fikirle çalkalınırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur hüzmesi akmaya başlıyor. İslamiyeti işitiyor. Muhammer-ül Emin, yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan solran O'nun büyük çağrısı kulağına çalınıyor.

Ne güzel sözler... bunlar, insan aklının eseri olamaz!

Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve davet, O'nu da Darül Erkam'a çekiyor.

Burada Allah'ın Resulü'na dinliyor. Yeni dinin mahiyetini öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar süngerler silinmiş gibi.

Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece zahiri değil, batını da süslenmiştir.

Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor.

... kelime-i şehadeti söyledikten sonra büyük borç namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerele ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek nne kadar zor.

-Mus'ab, Muhammed'in dininne girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun!

İhbar, evde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı.

Nasihatleri;

Tehditleri hep boş... Belliki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı.

Anne-babasının emri ile mahzene attılar. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyete başladı.

Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bir tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyorlardı. Öz anne-baba, öz evladına nbunu eder mi? Bu ne taassuptur böyle?

Ama ne hepis ne işkence...

-İslamiyetten dön!

Talimatları hep red cevabı alıyor. Büyük sahibinin aile efradı, öfke ve üzüntü içindeler. Bu nasıl iştir, ne beladır başlarına gelen!!!

Baskılara kahramanca direnen Mus'ab hazretleri:

-Muhammed'i inkar et, onun haber verdiği Allah'ı inkar et, cahillik etme, sana ne oldu, sen ki şu beldenin en akıllı genciydin. Deli olma! Sana mutlaka büyü yapılmıştır. Zaten senin Peygamber dediğin de sahir!..

...Bu ve benzeri sözlere kainıtın değişmez mutlak hakikatı kelime-i şehadet ile cevap veriyor...

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü!...

Yeniden zından; tekrar işkence, bir daha zından ve netice alınamayanıca hep zından.

.......

Büyük mazlum, bir gün serbest bırakıldı.

Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine?

Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor. Ve aynı kanı taşıdıklarından çektiklerini, yabancılardan görmüyor.

Mus'ab rıdayallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tiril tiril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehire yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla ortak tarafı yok. Onun kalbi, onun; efendisinin etrafında mum alevinde dönen pervaneler misali aşkla uçuşan yeni dinin salikleri ile aynı frekansta atıyor.

Şimdiden sonra anne onun için yok, baba onun için yok, aile onun için yok, akraba yok, komşu yok, şu şehir dolduranlar yok. Bunların hepsi onun yolunda ve onun uğrunda ölmüştür... efendisi Muhammed, sallallahü aleyhi ve sellem için.

Bütün bunlar yok ama; Allah var.

Allah'ın habibi var...

Öyle ise O, ne sonu gelmez sıcak kum deryalarında; ne de yalnızlığın insanı bir bıçak gibi kestiği buz ummanlarında.

Allah var gam yok.

Bu, hakikatın, ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman...

Muminler, efendimizin emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselamın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor...

O, Mekke'den içeri girdiği sırada kainatın efendisi, aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Keremmallahü vecheh, iele bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaşınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur.

Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?.. İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar:

-Kalbini Allahü teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulünün muhabbeti onu bu hale getirmiştir.

YEMENE SIÇRAYAN NUR KIVILCIMI

RESULULLAH'IN BÜTÜN HARPLERİNDE BULUNAN; HAZRET-İ EBU BEKR DEVRİNDE İSLAMİYETİ TERKEDEN BEDBAHT MÜRTEDLERLE YİĞİTÇE VURUŞURKEN ŞEHİD OLAN O KAHRAMAN SAHABİNİN YÜKSEK RUHUNA OKYANUSLARA KOŞAN COŞKUN IRMAKLARIN BERRAK SULARI KADAR SELAMLAR OLSUN.

Peygamberimizi dinleyen biri şayet peşin hükümlü değilse mutlaka müslüman oluyor... insanların böyle tek tek müslüman olmaları putperest Mekkelileri son derece rahatsız etmekte. Bu yüzden etrafını uzaktan uzağa görünmez duvarlarla çevirerek insanlardan tecrid etmeye çalışıyorlar.. bu duvarlar; yalan, iftira ve dedikodu aşağılığı tarafdan kuşatıp aynı sözleri belki bin kere tekrarlayarak alabildiğine bir menfi propaganda ile beyin yıkıyorlar...

Tufeyl bin Amr'ı bile bu korkunç söz taarruzu ile kandırabildiler. O Tufeyl ki Yemen'in en iyi kabilesine mensup seviyeli bir insan. Aynı zamanda şair. Arapça lisanının ustalarından. Buna rağmen. O'nu da şaşırttılar. Tufeyl, duyduklarından ürktü ve tedirgin oldu.

...İslam güneşinin dünya ufkunda karanlıklar ıyırta yırta ağır ama emin bir yükselişle doğduğu günlerdi.. Kafirler, müminlere sadestçe zulmediyorlar. İşte bu hengamede Tufeyl bir Amr, Mekke'den içeri girdi. Ticaret yaptığı için bu şehre zaman zaman gelir; hem alış veriş yapacak hem de Kabe'yi ziyaret edecektir. çünkü hac mevsimi. Niyeti ve geliş sebebi bu... Ya kendisini bekleyen istikbal? Orası esrarlı bir perde ile örtülü.

Tufeyl'in geldiğini gören islam düşmanları, yanına gelerek hoş-beşten sonra konuşmaya başladılar. Sözü biri bırakıp biri kapıyordu...

-Aman dikkatli ol! Abdülmüttalib'in yetimi vardı ya; hatırlar mısın? Evet canım Muhammed! Şimdi büyük iddialar peşinde; Peygamber olduğunu söylüyor. Güya kendisine Kur'an isminde bir kitap geliyormuş. Şaşırdın değil mi? Büyülü sözleri ile aramıza ikilik soktu. Bir çok kimse de kandı ona Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirine düşürdü; kardeşi kardeşe düşman etti... aman ha semtine uğrama! O'nunla karşılaşsan bile tek kelime konuşma! Sözlerinin sihrine kapılırsın! Bizim başımıza gelen bu felaketin uğursuzluğu sizi de sarmasın. Onun için en iyisi burada fazla kalmayarak memleketine dönmen.

Bunları söyleyenler sıradan kimseler de değil. Şehrin en tanınmışları. Hatır sahibi insanlar... O yüzden Tufeyl şaşkın ve tedirgin. Buraya ne için gelmiş; karşısına nasıl bir hadise çıkmıştır... Kader'in kendisini o mübarek hadiseye taraf yapacağını Tufeyl nasıl bilsinki...

Bu azametle yürüyen ve kendilireni imtiyazlı gören adamların ettiği laflar o kadar çok tekrarlandı ki Tufeyl'de söylenenlerin doğruluğundan en ufak şüphe kalmadı... tamamen müşriklerin etkisindeydi; kararını verdi: Şayet O'nunla rastlaşırsa asla konuşmayacak; bir şeye söylerse cevap vermeyecekti... Şanlı-şöhretli şu kadar aklı başında insan yalan söylemiyordu ya!

Geldiğinin ikinci sabahında Kabe'ye giderken kulaklarını pamukla tıkadı. Olur ki karşılaşırlarsasözlerini duyarak ona inanabilir. Gençi zayıf iradeli değildir ama; yine de ne olur ne olmaz!..

Gerçekten Tufeyl bir Amr, Kabe-i Şerif'e vardığında Resulullah, sallallahü aleyhi vesellem, namaz kılıyordu. Tufeyl, sözlerinden kortuğu, kendisinden kaçtığı insanın her nedense gidip yakınında durdu. Hayret! O kadar yer varken efendimize yakın durması!... Asıl heyret edilecek olansa daha sonra vuku buldu. Kulağını sıkıca kapatan pamuğa rağmen yabancı adam, Peygamberimizin okduğu Kur'an-ı kerimden bazı parçaları işitti.

Ve işitmesiyle derin bir hayranlığa kapılması bir oldu. Neye uğradığına şaşırdı. Bu ne tatlı sözlerdi böyle! Ve o an aklını başına devşirdi. Ne diye şuna buna kanarak çocukça hallere giriyordu? Kendinden utandı ve yaptıklarını kınadı. "Ben dedi, kendi kendine mırıldanarak, iyi ile kötüyü ayırdedemeyecek birimiyim? Üstelik de şairim? Öyle ise bu korku niye, dediklerini beğenirsem, O'nu kabul eder, yoksa reddederim." Pamukları kulaklarından aldı ve bir kenara saklanarak çıt çıkarmadan kainatın baştacının anlatılmaz güzellikteki bir huşu ile okuduğu "Kur'an" buydu. Bu ne sihir ne de şiir. Bu sözler, beşeri değil. Bunlarda ilahi bir koku var. İlahi bir renk, ilahi bir ahenk taşıyor. Tufeyl, olduğu yere çakılmış gibiydi.

Zevk ve huzurdan, çevresinden kopmuştu. O şimdi sade bir çift göz olmuş iki cihan sultanını seyrediyor ve büyük rehberin dudaklarından kanatlanıp uçuşan surelerin sonsuz lezzetini yudumluyordu.

Nihayet Sevgili Peygamberimiz, namazını tamamlayarak evlerine dönmek üzere yola koyuldular. Ama; yalnız değiller. Bir gölgenin de mahcup adımlarla yüce sulatının ardısıra gelmekte olduğunu görüyoruz. "O da kim?" diye sormamıza hacet yok. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi bu Tufeyl bin Amr ed Devsi'nin ta kendisidir. Çünkü...

...çünkü O'nu namazda gördüğü ve billur sesinden Kur'an-ı kerim'i ilk iştiği an içinde nurdan yanar dağlar indifa etmeye başlamış ve sana'tkar sezişi ile doğru bulmuştur... daha doğrusu ezelde takdir edilen vuku bulmuştur.

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Hane-i Saadetlerine dahil olunca peşindeki aşık da mukaddes eşikten adımınnı atıyor:

Boynu bükük olarak halini arz ediyor:

-Milletin, hakkında kötü konuşuyor. Seni bir ağızdan bana çok fena karaladılar. Öylesine ürktüm ve o kadar çekindim ki ne olur ne olmaz sözlerin kulağıma çalınır da kanarım diye Kabe'ye gelirken kulaklarımı pamukla tıkadım.

Ama hikmete bakın ki, okudukların, hem kulaklarımın hem kalbimin pasını sildi!.. Allahın Resulü bana islamiyeti anlat! Kabule, müslüman olmaya hazırım.

Efendimiz, bu nasipli kula biraz kelamı kadim okudular...

Tufeyl, bundan daha güzel sözü ömründe işitmediğini söyleyerek kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Ve müslüman olarak Peygamberden sonra en üstün insanlar sınıfı eshab-ı kiram'a dahil oldu, radıyallahü anh...

Müslüman olanın ilk düşündüğü ailesine, kabilesine kavmine koşmak...

Evinde yangın olduğunu öğrenen insanın ilk yapacağı iş, yakınlarını kurtarmaktır. Az daha gecikse sevdikleri cayır cayır yanailir. Sokakları yıldırım hızı ile aşıp merdivenlerden üçer beşer atlayarak kapıdan içeri dalarken bu adamın kafasında sevdiklerini alevlerin canavar ağzandan almaktan başka fikir yoktur. Sevgili Peygamberimiz'den islamiyeti öğrenip de insanların şu halleri ile dolu dizgin cehenneme koştuklarını anlayan her yeni Mü'min'in ilk aklına gelen en yakınından başlayarak beşeriyeti kurtarmak. Maksat memleketler fethi, ünvan ve tahtlar değil.

Eshab-ı Kiram'ın en namüsait şartlarda kıtalar ve denizler aşarak yedi iklim dört bucağa at koşturmasının hikmeti bu. Onların atlarının izninin kölesi olalım. Onlar sırtlarında sade bir entari ellerinde çıplak bir kılıçla kızgın güneşleri, donduran soğukları yenerek islamiyet müjdesini topraklarımıza kadar taşımasalardı acaba şimdi kimdik ve ne idik?

Kalbine yüce dinimizin güneşi doğana Tufeyl bin Amr, radıyallahü anh, Peygamber-i Ekber, sallallahü aleyhi vesellem'den aldığı feyz ve ilhamla islam meşalesini ailesine ve milletine taşıdı.

Ebedi kurtuluşun nurdan kıvılcımları şimdi Yemen'e sıçramıştı.

çııÖÖçşıÜüNübüvvetin beşinci yılı.

Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve bilhassa arkasız mü'minlerin üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır; İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla putperestleri karşısına almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek... Ne kadar, nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm.

Buna bir çare bulmalı; bir çıkış yolu aramalı. Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler?

Bir gurup mazlum sahabi, Resuller Resulünün muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor; Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına rağmen tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en büyük sahabi Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini duydular.

Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın dileklerini zarurete binaen kabul ederdin...

Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine Resululalh hicret izni verdiler.

Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren bu garip ama eşsiz sahabiler, yine arz ettiler:

-Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim; nereyi tevsiye buyurursunuz?

Mü'minler, sevinçle karışık bir keder içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma ümidi, bir tarafta şanlı Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani bugünkü Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram sevindi. Çünkü işaret buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler.

On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek için gizlice hazırlandı. bunlar:

Osman bin Affan ve Sevgili zevceleri peygamber kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir buyurdular;

Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rabia ve zevcesi Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Selem't-ibni Abdülesad ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi Rahim, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile vardıkları haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr, radıyallahü anha...

Hazret-i Osman, radıyallahü anh, ve eşi Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile. Bu sebeple buyurulan Hadis-i Şerif:

-Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan sonrra hicret eden ilk karı-kocadır.

Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline vardılar. Gerileyip gerileyip uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar:

-"Çok çektiniz. Büyük imtihan verdiniz. Binin sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat bu sırada bir aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını tek tek yüzlerde gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama dıştan aldırışsız ve soğukkanlılar.

Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra sordu:

-Nereye gidiyorsunuz böyle?

Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda fırlatıp tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında kesmişti.

Düşmana hile caiz. Harp hiledir. Harpte düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen cevaplandırdılar:

-Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya niyetlendik.

Nevfel, pek tatmin olmadı. Tatmin olmadığı için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in arasında hemen mbir panik koptu.

-Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından yetişip yakalasın. Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan müslümanlardır.

Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit kaybetmeden Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına, onları bu defa öyle beter işkencelerden geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı boyunca aşağı yukarı koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar", "ahmaklar" der gibi sert ve alaylı.

Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından ayrılma fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar, uygun deniz ve uygun havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde tepinen kafir atlıları yumrukları ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler.

Bu sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın, ülkesine sığındığını haber alınca iltica sebeplerini araştırdıktan sonra emniyetlerinin sağlanması için görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan ibadetlerini yapabiliyorlar...

Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi. kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin hazır olduğu bir zamanda okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti kerime arasında bir miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah, şöyle buyuruyordu:

-Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla dalalet ve hatada olmadı. O, kendi nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde sözü ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet edersiniz. bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara taparsınız?

Surenin okunması bitince Sevgili Peygamberimiz, secdeye vardılar.

Kafirler de secdede. Hatta kendini beğenmişleri bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte secdeye varsınlar. nasıl olur?

İzahı şöyle: Efendimiz, kafalara tam olarak yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş yavaş okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan yararlanarak müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri duyurdu:

-Putlar uludur. Onlardan şefaat beklenebilir...

Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine inanarak sevindier ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan kafirlerin vardığı karar:

-Muhammed ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek olanın Allah olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu reddediyordu. Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk. Ama madem ki şimdi gerçeği kabul ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi başlamıştır. Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız.

Şeytanın hilesini müşrikler böyle ahmakça bir yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız söz dolaşmaya başladı: "Muhammed aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!"

Velid bin Mugire, teminat vermek için Resulullah'a geldi:

-İnandığın yolda selametle yürü. Bundan sonra sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz.

Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler niçin yumuşamışlardı ki?

Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri ayrıntıları ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler. Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye yine Cebrail aleyhisselamı yolladı:

-Senden önce gönderdiğimiz şeriat sahibi Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak arzuladıkları vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve hükmünü icra edicidir...

Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere duyurdular. Putperestler, bunun üzerine:

-Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında yüksek dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını bozmak demektir. Öyleyse biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz!

Mekke'de bütün bunlar olup biterken Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi iyi bir ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu işiten muhacirler:

Öyleyse dediler,biz de vatanımıza avdet edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için göçmüştük.Madem ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim.

Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu ancak Mekke'ye geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti.

Varsın geçsin.

Allah'ın takdiri ne ise elbette o tecelli edecektir.

......

39

"En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kişi"diye övülene nice selam ve nice gıpta ve nice hürmetler olsun.

Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup insan,toplanmış bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi Abdullah İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca adamlar,kendilerinden geçmiş halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın en net karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı.

Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü anh, birden efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları, küçüklükten insanlık seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük davetini bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar, kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun davet tekrarlanacaktır...

Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve küstah. Emir, en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi:

-Ey Kureyşliler "La ilahe illallah" deyiniz!...

Küfrün beyninin tam ortasına indirilen bir balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in bu tahta parçası değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin arasına bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı.. Velid başı çekiyor. Ebu Cehil'e dönerek:

-Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim mi?

-İstediğini yapmakta serbestsin!

Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına dikildi. Mağrur ve edepsiz:

-Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah, insana şah damarından daha yakındır" değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi sen de onu göstersene!

Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok bilmişe karşılık vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının arasına döndü. Putu tekrar karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan kokuyordu:

-Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu dileğimiz için bize yardımcı ol...

Peygamberimizi, Velid'in kuru ağaç parçasına ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır beklediği fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı olurum" diye sesler işitilmeye başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar, çünkü tanrılarından daha evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının güya kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini duydular. Efendimiz, Abdullah ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında sormaya cesaret edebildi:

-Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de işittiniz mi?

Aziz Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem, meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek istememişdi.

-Evet; O, putların içine girerek halkı Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu yaptıysa sonunda helak olmaktan kurtulamadı.

.........

Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri kimseyi göremiyor. Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem, meçhul sese sordular:

-Gök ehlinden misin, yer ehlinden misin?

-Cinniyim.

-Niçin geldin?

-Musır isminde bir kafir cinninin bir putun içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve tahrik ettiğini ve sizin de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın aynı tepeye gelerek müşrikler, putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı istirham ediyorum. Siz, onları Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik ederek sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır; düşmanlarınız üzüntüden kahrolur...

-İsmin ne senin?

-Semhec.

-Sana aha güzel bir isim vermemi ister misin?

-Hangi ismi ya Resulallah?

Sevgili Peygamberimiz:

-İsmin "Abdullah" olsun, buyurdular:

Cinni, kendisine bir peygamberin hele son ve en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki.

Peygamberimiz ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh, ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına kulluk etmekle meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor. Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde ederek yalvarmaya başladılar:

-Ey tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et!

Puttan sesler gelmeye başladı. Ses, efendimizi öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile methetmeye başladı. Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu.

Güruh, önce şaşırdı sonrra gazaba geldiler. Bu nasıl tanrı ki Muhammed'i yüceltiyor. O'nu şiirler ve güzel sözlerle kendilerine övüyor?

-İşte bu da Muhammed'in ayrı bir sihri!

...der demez tanrılarını paramparça ettiler. Söz dinlemeyen yaramaz bir tanrının sonu işte böyle olurdu. Zavallı ağaç parçasını iyice kırdıktan sonra kainatın Seyyidine saldırdılar; bazısı tartaklıyor, bazısı taş atıyor; mübarek saçları darmadağınık oldu. Adamlar kudurmuş. Ağızları köpük içinde. Biri de düşünemiyor ki "Biz Muhammed'in sahri" diyoruz ama bu nasıl ilah ki sihrin tesirinde kalarak ne diyeceğini şaşırıyor?

İnsanlığın en metin ve en sabırlısı, şu bir çift sözden gayri hiç bir şey demediler:

-Ey kureyşliler siz bana vuruyorsunuz ama; ben sizin peygamberinizim!

Bunak yaşta bir putperest, ucu sivri demirli bir değneği sevgili Peygamberimiz'in mübarek karnına saplamak üzereydi ki ihtiyarın "kütt" diye eli kırıldı... Sürü, şaşkın halde donup kaldı. Peygamberimiz ve hizmetçisi aralarından geçip gittiler.

......

Hamza!!.

Namlı bir insan. Herkesin sayıp çekindiği birri. Güçlü-kuvvetli pehlivan yapılı bir bahadır. iyi ok çekip mükemmel kılıç kullanıyor. Ava düşkün. Vaktinin çoğunu da avlanarak geçiriyor. Puta tapıcıların, Resulullahı hırpaladığı gün O, yine çölde ceylan peşindeydi. Sürmeli gözlü bir ceylanın oradan oraya sekerek kaçışları kendisini haylice yormuştu ama av ihtirası hayvanı kovalamaktan caymasına mani oluyordu. Bir yere geldiler ki ceylan artık kaçamaz oldu. Hayvancık nefes nefese olduğu yerde durdu ve Yüce Allah'ın izni ile dile geldi:

-Ey Hamza; sen benimle uğraşıyorsun ama üzerime çevirdiğin o oku şu anda yeğenini öldürmek isteyenlere çeksen herhalde daha hayırlı bir iş yaparsın!

...dedi. Hamza'nın şaşkın bakışlarına ve iki yanına salınan ellerine aldırmadan bir sıçrayışta kaçıp canını kurtardı...

Avcı ise başına gelenden ürkmüş halde karışık bir kafa ile evine döndü. Aç olduğunu; yemek çıkarmalarını söyledi. Hanımı O'na yemeğini hazırlarken aniden gözlerinden yaşlar boşandı. Hamza, hayret dolu bakışlarla soruyor:

-Hayırdır; niçin ağlıyorsun?

-Hiç sorma!.. Muhammed'i çok fena dövdüler. Yüzü gözü kan içinde, insan insana böyle muamele eder mi?

Hamza'nın tüyleri diken diken oldu. Az sonra kopacak bir fırtına gibi.

-Ebu Talib neredeydi?

-Hayvanları kırlara götürmüştü.

-Ya Ebu Lehep!

-O mu? Ah o, ah o! "Öldürün şu yalancı sihirbazı" diyerek saldırganları kırıştırıyordu. Düşmandan beter bir amca?

-Peki Abbas'a n'oldu?

-Ellerinden kurtarmak için haylı uğraştı ama...

Hamza, yemeği bir kenara iterek öfkesinden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve:

-O'nun intikamını almadıktan sonra yiyip içmek bana haram olsun!

Diyerek acele zırhını giydi, kılıcını kuşandı, atına atladı ve yayı elinde olduğu halde bir yel gibi Safa Tepe'sini buldu. Ucuz kahramanlar henüz dağılmamışlardı. Hamza'nın gelişi dikkatlerini çekti. Bir anda yüzleri donuklaştı. Bütün bakışları ile O'nu izliyorlar:

-Eğer, dediler, önce gelip bizi selamlar sonra tavafa giderse korkacak bir şey yok.Ama ilkin tavafa yönelirse bu öç almak için geldiğini simgeler...

Hamza, yanlarından hışımla geçerek tavafını yaptı ve az sonra çakmak gözler ve dağ gibi bir heybetle önlerine dikildi.

-İnsafsızlar sizi! Vallahi o sırada burada olsaydım hepinizi gebertirdim!!! Muhammed'i kim dövdü?

Şeytan zekalı Ebu Cehil, hemen lafın önüne geçti:

-Ben!

Hamza derhal atını O'na doğru sürerek elindeki yayı baş kafirin kafasına indirirken bir taraftan da:

-Böyle müstesna bir insana yaptıklarınızdan hiç mi utanmıyorsunuz? Sizi alçak reziller sizi. Eğer O'nun dedikleri suçsa işte ben de Müslümanım ve buradayım! Var mı bir diyeceğiniz?..

Kimse bir şey diyemiyordu. Çünkü O'ndan ciddi şekilde korkarlardı... Ebu Cehil'in kafası birkaç yerden yarılmış kanıyordu.

Ses-soluk çıkmayınca Hamza, tekrar atını mahzumladı. Cins arap atı, az sonra görünmez oldu. Hamza, geldiğinde Alemlerin efendisi bir kenarda yüzünü Kabe'ye dönmüş olarak düşünceli bir halde oturuyordu.

-Esselamü aleyke sevgili yeğenim!

Peygamberimiz, selamı aldıktan sonra hüzünle konuştular:

-Bu şahıs terket ki kimsesizdir. Ne pederi, ne amcası, ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi var.

Mukaddes insan, böylece amcasına sitem ediyordu. Önce yakın akrabasın'n müslüman olması lazım gelmez miydi?

Hamza teselli etmek için:

-Üzülme! Sana zulmeden Ebu Cehil'in başını bir kaç yerinden yardım, düşmanlarını sindirdim. intikamın alınmıştır.

-Beni Hak Peygamber olarak gönderen Allah için söylüyorum ki kılıcınla bütün müşrikleri katletsen; vücudun da baştan aşağı kana bulanmış olsa kelime-i şahadet getirmedikçe bu yaptıkların Allah indinde hiç makbul olmaz.

Hamza, duyduklarından irkilmiş olarak ve biraz da müdafaa kabilinden:

-Müsterih ol. Artık sana ilişemezler.

-Amca! Sen iman etmedikçe ben müsterih olamam. İman etmen yeğenin için alacağın önceden daha üstündür.

Hamza onun yanına otururken lafı değiştirdi:

-Kureyş arasında bir söz dolaşıyor. Gökten sana bir kelam inmiş ki hayli çekiciymiş. kimden öğrendin onları?

-Hiç kimseden. Onlar Rabbim'in sözleri...

-Biraz okusan...

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Ha-Mim suresinin başından bir kaç ayet okudular...

-Efendimiz sustuklarında Hamza:

-Buradan anlaşılıyor ki, senin Rabbin "La ilahe illallah" diyenleri affediyor; doğru anlamış mıyım?

-Evet.

-Galiba bunu söyleyenlerin pişmanlıklarını da kabul ediyor?

-Doğru.

-"La ilahe illallah" demiyenlerse büyük azaplarla korkutuluyor...

Evet.

-Bir miktar da diğer ayetlerden okur musun?

Peygamberimiz, biraz da Taha Suresi'nden okumaya başladılar. "Yerde-gökte ve bu ikisi arasında olanlar ve yerin altındakiler, hepsi O'nundur" ayetine gelince amcası Resulullah'ın okumasını kesti:

-Bizim Mekke'de binbeşyüz putumuz var. Bunların üçyüzaltmışı Kabe'de, diğerleri etrafta bulunuyor. Onların, tek karış toprağa bile hükmü geçmez... Sen ne diyorsun: "Yerde ve Gökte olanlar benim Rabbimindir"

-Ta kendisi.

-Bu gece bir düşüneyim yarın gelip iman ederim. Şimdilik hoşça kal...

Amcasının Müslüman olma vaadi Server-i alemi sevindirdi. Çünkü onun Müslüman olması müminleri çok kuvvetlendirecekti...

..........

Hamza'nın oradan ayrılmasından hemen sonra, Sevgili Peygamberimiz'e dört melek geldi. Habibine yapılan kötü muamele Yüce Allah'ı incitmişti. melekler, selam vererek kendilerini ve ziyaret sebeplerini arz ettiler.

-Ben, dede birincisi, denizler meleğiyim. Emret bunları da Nuh ümmeti gibi sulara gömeyim!...

Peygamberimiz:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, dediler...

İkinci melek söz aldı:

-Ben rüzgar ve fırtına meleğiyim. İzin ver; Ad milleti gibi Mekke'yi de içindekilerle beraber havaya savurup yele vereyim...

Peygamberimiz aynı sözü tekrarladılar:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.

Üçüncüsü:

-Ya Resulallah! Ben Güneş meleğiyim. Sen buyur ben, güneşi onların tepesine yaklaştırayım; cümlesini kavurup kömür etsin.

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.

Sonuncu melek:

-Ben Dağların meleğiyim. Şayet sen istersen Ebu Kubeys dağını yerinden alıp mekke'nin üzerine bırakayım; ne şehir kalsın ne içindekiler...

Mübarek dudaklarda hep değişmez karşılık:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. ve devam buyurdular:

-Ey melekler! Siz benim ricamı kırmazsınız değil mi?

-Elbette ya Resulallah!

-Gelin öyleyse ben dua edeyim siz de "amin" deyin.

Ve mübarek ellerini semaya açarak yalvarmaya başladılar.

-Ya Rabbi! Üzerimden azabı kaldır. Milletimize iyilikler ver. Onları doğru yola getir. Milletim Peygamberliğimi bilmiyor. Sen onlara hidayet ver; azap eyleme.

Melekler hayret içindeler:

-Amin, amin, amin, amin. Allahü teala, sana güzel karşılıklar versin. Evvelki Nebiler güç durumda kaldığı vakit yardımlarına koştuğumuzda; onlar beddua eder ve kavimleri helak olurdu. Sense şu kadar kötülüklerine rağmen bunların iyilik ve kurtuluşları için dua ediyorsun?

Diyerek Hatemül Enbiyadaki üstün ve güzel ahlaka hayret ve hayranlıklarını gizleyemediler.

-Hak teala hazretleri, beni alemlere rahmet olarak gönderdi. Ben, azap sebebi değil, ebedi saadet vesilesiyim, buyurdular.

Melekler sevinerekk ayrıldı...

.........

Sevgili Peygamberimizin nnur kaynağı kalbleri o gece hep amcası Hamza'nın Müslüman olması için dua ile meşgul oldu.

Peygamber duası, kalbden kalbe aksediyordu. Hamza, Efendimize duyduğu sevgi ve O'nu korumak için gösterdiği gayret yüzünden, eşikten atlamak üzereydi ve son tereddütlerden de kurtulması için kendisine rahmet yağmurları gibi dua yağıyordu. Üzerine çisil çisil dökülen bu dualar sebebi ile Hamza, kalbini dolduran aşk ve iştiyakdan dolayı o gece tam kırk kere Resul-i Ekrem'in kapısına geldi... geri döndü... gitti geri geldi. med-cezir halindeki engin bir deniz gibiydi. Resulullah ay O, deniz gibiydi.

...uykusuz geçen bir geceen sonra nahayet son gelişinde yeğeninin kapısını çaldı. Artık sabah olmuştu. Büyük Peygamber O'nu içeri alıp münasip şekilde ağırladıktan sonra söze girdiler:

-Hatırlayacağın gibi aramızda bir ahd vaki oldu. İman edecektin. Vaadine vefa göstermeni bekliyorum...

-Doğru. Ancak biraz daha Kur'an okusan!

Peygamberler peygamberi Rahman suresinin başından bir mikdar okumuşlardı ki amcası durdurdu.

-Yeter! En ufak şüphe ve tereddüdüm kalmadı. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!...

Evet, beyaz köpüklü o dalgalı denizin gel-gitleri bitti; Hamza müslüman oldu ve Hazret-i Hamza oldu. Mü'minlere müjdeler olsun. Hazret-i Hamza, radıyallahü anh, otuzdokuzuncu müslüman. Bu demektir ki kırka bir şey kalmadı. Kırkı bulunca da rakamları makara ipliği gibi çözülecek.

Bu büyük insanın islam saflarına iltihakı, küfrün cesaretini kırdı. O'ndan duyulan korku yüzünden müşrikler şimdi eskisi kadar saldıramıyor.

Yarınlar, iman ehline tebessüme hazırlanmakta.

40...veya meydanlar selama dursun!

BENİ BİLEN BİLİR.

BİLMİYEN BİLSİN Kİ

ÖMER İBNİ'L HATTABIM !

Hazret-i Ömer radıyallahü anh

Kureyş, Hazret-i Hamza radıyallahü anh'ın müslüman olma şokunu henüz atlatmış değil. Ama asıl şok; daha doğrusu büyük darbe geride. Ummadıkları biri müslüman olmak üzere. Bu beklemedikleri şahsın müslüman olması ile küfrün dünyası başına yıkılacak.

...........

Ömer, Kureyş'in şöhretli isimlerinden.

İri yarı, heybetli görünüşü, kızıl gür saçlı, sık sakallı bir insan.

Tehlikeleri hiçe sayan bir tabiatı var. Ticaretle uğraşıyor...

O'nu Kabe yolunda görüyoruz. Niyeti Peygamberimizi uyarmak. "Vazgeç bu ettiklerinden diyecek. Dinimize, yolumuza ilişme. Eğer insanları kendine çekmeye devam edersen bunun hesabını verirsin!" ihtarını yapacak. Aksi halde şu cemiyet çözülecek, gemi su alacak, asırlık çınar kurumaya yüz tutacak, töre bozulacak.

Hayır! Ömer, yanılıyor. Kız çocuğunu diri diri toprağa gömerken nasıl hata ediyorsa öyle yanılıyor. Asırlık çınar yani Kureyş, yani bütün arap milleti, yani bütün yeryüzü kurumuşken; görünüşteki aldatıcı canlılığa rağmen ölmüşken; O'nun sallallahü aleyhi ve sellem, getirdiği ebedi nizamla dirilecek.

Bir dağ gibi yolları doldura doldura yürüyen Hattaboğlu'nun Kabe'ye vardığı esnada Resul-i Ekrem, oradaydı ve Elhakka Suresi'ni okuyordu. "Okuması bitsin, dikkatini çekerim" diye niyetlendi ve bir kenara saklanarak dinlemeye başladı. Fakat dinledirçe kendine birşeyler oluyordu; Kur'an-ı Kerim'e karşı hayranlık duyguları kabardı. Bunun üzerine şöyle düşündü; "Evet; galiba doğru, O, Kureyşin söylediği gibi şair"

Niçin şair?

Çünkü, Ömer İbni'l Hattab'ın o anki mantığına göre; "Bu kadar güzel cümleleri ancak bir şair kurabilir. Şu sözlerde ne kadar güzellik ve çekicilik var. Bu denli güzel kelimeler yalnızca bir şairin dudaklarından dökülebilir." O, saklandığı köşede, içinden bu muhakemeyi yaparken Sevgili Peygamberimiz, surenin kırk ve kırkbirinci ayetlerine gelmişlerdi:

"-Muhakkak ki, O Kur'an, Allah katında çok şerefli bir Resulün (Cebrail'in) sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Siz ne az inanır kemselersiniz!"

Ömer, hayretler içinde kaldı. "Tamam" dedi kendi kendine. "Zihnimden geçenleri anladığına göre aynı zamanda bir kahin." Ama bu yorum da cevabını aldı. Efendimiz, okumaya devam ediyorlar:

-"O, bir kahin kelamı değildir. O Kur'an, Alemlerin Rabbinden inzal olmuştur. Eğer, Peygamber, indirmediğimiz bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve hayatına son verirdik! Hiç biriniz de onu muhafaza edemezdiniz. Doğrusu Kur'an, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir nasihattır. İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu elbette bilmekteyiz. Kur'an münkirler için bir iç yarasıdır. O, hiç şüphesiz tam bilginin kesin gerçeğidir. Öyle ise, O büyük, O Yüce Rabbinin ismini an!"

Ömer; o heybetli adam, işittikleriyle alt-üst olmuş ve kalbinin şuracığı yumuşayıvermişti. O kadar hislendi ki gözlerininyaşlanmasına mani olamadı. Ama çevere yok mu, çevre? Kötüler!... Kötüler, dört yanı kuşatmışken Allah'ın izni olmadan onları aşarak zulmet bölgesini geçip ışığa varmak ne mümkün!... Nitekim Hattaboğlu'da hakikate bu kadar yaklaşmışken; imanla arasında handiyse bir tül perdelik mesafe kalmışken küfür yine arayı derinleştirdi, ortalık yine zifiri karanlığa boğuldu....

.........

İslamın zuhurunun altıncı yılı.

Hazret-i Hamza radıyallahü anh, Müslüman olalı üçgün olmuş, Bütün Mekke çalkalanıyor. Hamza radıyallahü anh'ın islama geçişi şirk dünyasını kara yaslara boğmuştur. Eğer mani olunmazsa gidişat iyi değil....

İşte Kureyş büyükleri, aralarında toplanmış çareler arıyor. Her zamanki gibi Ebu Cehil, yine başrolde.Bu mel'un adama göre hedef; Peygamberi katletmek! Bunun dışında tutulacak her yol hüsrandır.

-O- tanrılarımızı yeriyor. Bizleri tahrik ediyor ve ecdadımızın cehennemde olduğunu iddia ediyor. Kim Muhammed'i öldürürse kendisine yüz tane kızıl tüylü deve, çilçil altınlar, gümüşler, elbiselik kumaşlar, bol miktarda misk vereceğim. O'nu öldürecek kimse abad olacak; servete boğacağım o bahadırı.

Herkes, birbirinin yüzüne bakıyordu. Ebul Kasım' öldürmek! O'nu öldürmek fevkalade riskli bir teklifti. O'nun ölümü ile Kureyş, ikiye bölünecek ve kan davaları memleketi bir veba salgını gibi kasap kavuracaktı. Herkes, çeşitli düşünceler içindeyken ömer, ayağa kalktı. Tahrik ve vaadin parlaklığı kalbinde İslam güneşine açılmaya başlayan pencereciği yeniden kapatmış ve onu tekrar eski haşin haline iade etmişti:

-Bu işin üstesinden ancak Ömer İbni'l Hattab gelebilir!...

Kalabalık, bir an ateş yalımına tutulmuş gibi irkildi ama kendini çabuk toparlayarak:

-Doğru diyorsun Hattaboğlu, dediler, bunu ancak sen başabilirsin. Bizi bu musibetten olsa olsa sen kurtarabilirsin.

Onlar beşuş çehrelerle Ömer'i alkışlarken O, sesini bir iki perde daha yükselterek konuşmasını sürdürdü:

-Ben bu meseleyi halledeceğim ama; ya sen sözünde durmazsan Ebu Cehil?

Zalim kurt, eline geçen böyle bulunmaz bir fırsatı kaçırır mı?

-Sorduğun şeye bak! Haydi Kabe'ye gidelim. Hubel'in huzurunda and içecek; vaadimi bir kere daha tekrarlayacağım ki şüphelerin kaybolsun.

...gittiler; Ebu Cehil, dediklerini yaptı. Bunun üzerine Ömer, kılıcını kuşandı ve "Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki bu işi bitirmeden gelmeyeceğim" dedi.

Öfkelerle bu noktaya varırken Cenab-ı Hak, Ömer İbni'l Hattab'ı Sıddıklar defterine yazacağına yemin ediyordu.

Yüce Allah, buyurdu ki:

-Sen, sevgilimi öldürmek için kılıç kuşandın; lakin ben O'nun aşkını senin boynuna geçirdim. İzzet ve celalim hakkı için nice şehirler senin elinle İslama gelecek ve düşman ülkeleri senin korkunla titreyecekti.

.............

Hattaboğlu, yola koyuldu; Sevgili Peygamberimizi arıyor.

Kenar yollardan Hacire'de Nuaym bin Abdullah'la karşılaştı.

Abdullah da yeni dinin mensuplarından. Ömer, bundan habersiz tabii. Ömer'in böyle pusatlanmış olarak hışımla yürüyüşü O'nu şüphelendirdi ve bir mümin uyanıklığı ile durumun endişe verici olduğunu sezmekte gecikmedi:

-Uğurlar olsun ya Ömer. Nedir bu telaş? Mühimce bir işin olmalı!

-Arap milletinin arasına tefrika sokan, tanrılarımızı beğenmiyen, bizleri hor gören Muhammed'i öldürmeğe gidiyorum.

Nuaym, haberin korkunçluğundan şöyle bir sendelediyse de hemen toparlandı:

-Zor birişe kalkışmışsın. Tut ki muvaffak oldun. O zaman Abdülmuttalib oğulları seni sağ bırakır mı?

Söz Ömer'in hoşuna gitmemişti.

-Yaa demek öyle! Anlaşılıyor ki sen de Muhammedisin. Bari önce senin kelleni uçurayım, dedi ve sağ eli, öfkeyle kılıcının kabzasını aradı.

Nuaym:

-Ben babalarımın dinindeyim. Lakin işte sana garip birr haber:

-Kardeşin Fatıma ile kocası Said de Müslüman. Bundan hamberin var mı? Önce onları yola getir sonra başkasına karış.

Ömer ummadığı birşeyi iştimişti. Şaşırdı, sarardı ve çareyi inkarda buldu.

-Hayır! Yalan! Yalan diyorsun. Onlar Müslüman değil.

-Ben yalan söylemiyorum. Uzakta değiller ki git sor.

Mübarek sahabi Peygamberimizi bir tehlikeden uzaklaştırmak için bu oyalayıcı haberi bir olta olarak kullanmıştı.

..........

Said bin Zeyd'in evi..

Eve yaklaştıkça bir erkeğin okuduğu Kur'an-ı kerim işitiliyor....

Said ve hanımı ilk mü'minlerden. Yolaçıcı bayrak insanlar. Habbab bin Eret radıyallahü anh'ı evlerine davet etmiş ondan Kur'an-ı kerim öğreniyorlar. Evin dışına sızan, Hazret-i Habbab'ın okuması.

......

Ömer, bir kaç saniye hiddetle karşısındakinin yüzüne baktıktan sonra geri dönüp seri adımlarla uzaklaştı. "Kızkardeşinle enişten de müslüman" sözü ona her şeyi unutturmuş ve önce bu aile için ihaneti cezalandırmaya karar vermişti. Said'in evine yaklaşırken o derinden derine işitilen Kur'an sesi ömer'i buluyordu... "..demek doğru" dedi içinden ve kapıyı kırrcasına yumruklamaya başladı... Evdekiler kılıç kuşanmış haldeki öfkeli Ömer'i görmüşlerdi. Şimşek hızı ile Habbab'ı kilere, Kur'an yazılı sayfayı da gizli bir yere sakladıktan sonra kapıyı açtılar. Mümkün mertebe tabii görünmeğe ve renk vermemeye çalışıyorlardı.

-Ne okuyordunuz?

Adımını eşikten içeri atan Ömer'in ilk sorduğu bu olmuştu. İşte müşkül an... ne deseler Ya Rabbi; ne söyleseler? İki ayağı üzerinde yere çakılmış gibi dimdik duran Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ gibi. Yakıcı nazarlarla cevap bekliyor.

-Hayır dedi eniştesi, sana öyle gelmiş. Ne okuyabiliriz ki. Sadece konuşuyorduk. Belki sesimiz yüksek çıkmıştır.

Laf, Said'in ağzında yarım kaldı. Ömer, eniştesini yakasından kavradı kendine çekti ve; sonra da şiddetle yere çaldı. Hanımı Fatıma, said'i yerden kaldırmaya fırlamıştı ki yüzünden amansız bir tokat patladı. Tokat, narin islam hanımına balyoz gibi ağır gelmişti... gözlerinde şimşekler uçuştu, yıldızlar yanıp söndü.

Kan!...

Pembe bir kan, mübarek kadının dudak kenarından sızmaya başladı... İşte müthiş an. Tokat kime vurulmuştu? Zahirde bir mümineye; ama aslında zulmet duvarı tokatlanmıştı...

Ne de olsa ciğer...

Kardeşini kanlara bulanmış gören Ömer'in kalbine nur huzmeleri sızıyor...

İlk pişmanlık kıpırtıları... Baskına gelen, beldi de eniştesi ile kızkardeşini dayaktan kırıp geçirme niyetiyle içeri giren Ömer, aniden durgunlaştı...

-Niçin? Niçin ey Ömer? Allah'dan utanmıyor; ayet ve mucizelerle gönderdiği Peygamberine iman etmiyorsun? Niçin? Evet saklamıyoruz. Ben ve kocam islamla şereflendik. Başımızı şu belindeki kılıçla kessen bile bizi bu dinden döndüremezsin, anladın mı?

Fatıma, Ömer'in kritik anını çok güzel yakalamıştı. O dağ gibi heybetli, O gölgesinden kaçılan adam, hem de bir kadının, hem de küçüğü olan kız kardeşinin her kelimesi Ömer tokatı kadar acı sözleriyle hurma ağacı gibi silkeleniyordu.

Bir kenara ilişti. Kabaran pişmanlık duygusu içini kemiriyordu.

-Şu demin okuduğunuzu görebilir miyim?

Fatıma, Taha suresinin yazılı olduğu sayfayı getirdi... Ömer, okudukça kendini kaptırıyor; Kur'an-ı Kerim'in güzelliği O'nu içten içe etkiliyordu...

-"Göklerde, yeryüzünde, bunların arasında, toprağın altında olan her şey yüce Allah'ındır!" Anlamındaki ayete gelince hayretini gizliyemedi.

-Fatıma! Bu kadar mahluk hep sizin ilahın mı?

-Elbette. Şüphen mi var?

-Halbuki bizim binbeşyüz tanrımz olduğu halde halde hiç birinin tek karış yeri yok, diye mırıldandı. Ve ayeti okumaya devam etti:

-"Sen sözü ister açığa vur, işter gizle dur, birdir. Çünkü O Allah gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir. Ondan gayri tapacak ilah yokttur. En güzel isimler O'nundur.

Taha suresinden sonra Hadid Suresi'nden bir miktar okudu:

-"Göklerde ve yerdekiler Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. O, kudretiyle her şeye üstün gelen bir aziz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan bir Hakimdir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu O'nundur. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten O'dur. Evvel O'dur, ahir O'dur, zahir O'dur, batın O'dur, O, her şeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra arş'ı hükmü altına alan O'dur. O, yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni, göğe yükseleni bilendir. nerede olursanız olun O sizinledir. Allah, bütün yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Bütün işler ancak, Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceyi katar, O gönüllerdekini de bilendir. Allah'a ve Peygamberine iman edin. Size varis ettiği şeylerden Allah yolunda sarf edin. içinizden, iman edip de mallarını Allah yolunda sarf edenlere büyük büyük mükafaat vardır. Peygamber, Rabbınıza iman etmeniz için hepinizi davet edip dururken size ne ouyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz. Halbuki O, sizden iman edeceğiniz hususunda kesin söz de almıştır."

Ayetler üzerinde tefekkür eden Ömer:

-Bunlar ne güzel sözler. Daha şereflisi daha güzeli olamaz! der demez saklı bulunduğu yerden heyecanla ortaya çıkan Habbab bin Eret:

-Müjde ya Ömer! Resulullah'ın ettiği dua inşallah senin hakkında kabul olur:

-Resulullah, dün gece "Allahım! İslamiyeti Ebül Hakem bin Hişamla veya Ömer bin Hattabla kuvvetlendir" diye yalvardı... Allah Allah, şu işe bak ya Ömer, dedi... Habbab'ın sevinçten yüzünde güller açıyrdu.

Etrafını saran Said, Fatıma, Habbab hep O anı; kelime-i şahadeti söyle söyleyeceği zamanı bekliyorlardı. Ümidle doluydular. Ümidin havaya hakim olduğu nadir anlardan biriydi... ağzının içine bakıyorlardı adeta. Vakit gelmişti; bunu seziyorlardı... Ömer sordu:

-Peygamberi nerede bulabilirim?

...deminki katı adam gitmişti. Temiz bir yüz, cana yakın bir insan konuşuyordu... Buna rağmen Fatıma yine de ihtiyatlı. Kadınlara mmahsus aşırı duyarlıkla tedbiri elden bırakmıyor.

-O'na zarar vermiyeceğine bizi temin edersen yerini söyleriz.

-Yemin ederek söz veriyorum.

-Erkam'ın evinde; bir kısım sahabi ile birlikte.

-Habbab! Beni O'na götür müslüman olacağım!...

Bu ne hoş cümle böyle. Bu cümleyi duyan üç müslümanda engin ve anlatılmaz sevinçler.

Bu saadeti tatdıran Allah'a hamd olsun.

Hazret-i Ömer'le Hazret-i Habbab, Darül Erkam'ın yolunu tutmuşken bu ufacık İslam yurdunda bulunan mü'minler de "Kelime-i şahadeti bir kerecik olsun topluca ve yüksek sesle küffara karşı haykırmadık. Yoksa bu bize nasıp olmayacak mı?" diye dertleniyorlardı.

-Ya Resulullah! İzin ver dışarı çakıp Allah'ın ismini şu süfli cemiyete avaz avaz haykıralım! Bu hasret içimizde kalmasın.

-Ey gönlü kırık müminler. Gam çekmeyin. Kalbinizi kavi tutun. O Allah ki İbrahim aleyhisselamı Nemrud'un ateşinden koruyup orayı bir gül bahçesi yaptı, Musa aleyhisselamı büyücülere galip getirdi, İsmail aleyhisselamın boynunu bıçağa kestirmedi. Biz fukarayı da elbette düşman şerrinden saklayacaktır. Diyerek arkadaşlarına cesaret verdi.

Kalblerde ümid menekşeleri tomurcuklanırken ellerini semaya açarak sözlerine devam buyurdu:

-Ya ilahi, bu otuzdokuz garip sana iman etmiş ve can ve gönülden kul olmuşlardır. Bunların gözyaşı ve gönül ateşleri hatırına bize acı, kafirlerden koru ve şan ve şeref sahibi biri ile bu dine kuvvet ve bu biçare müslümanlarra zafer nasip eyle.

Hemen o dakika Cebrail aleyhisselam geldi ve:

-Ey Allahın Resulü! Milletinin büyüklerinden birinin Müslüman olmasını arzulamışsın. Hak Celle ve ala, duanı kabul ederek Ömer'i senin hizmetine verdi ve bu din-i İslamı O'nunla güçlenddirdi. Dün gece bin melek "Ya Rabbi Ömer İbni'l Hattabı şakiler defterinden silip saidler defterine al" diye yalvarmışlardı. O, şimdi buraya geliyor, kendisini istikbal etmeye hazırlan, dedi.

Cebrail'in cümlesi tamamlanmıştı ki kapı çalındı. Kapının aralığından bakan Bilal-i Habeşi radıyallahü anh, kül gibi bir benizle geri çekildi. Zira Ömer silahlı olarak kapıya dikilmişti. Ömer'in kapıya kadar sokulduğunu gören diğer eshab da korktu. Çünkü O, öyle kolay altedilecek bir rakip değildi... Hazret-i Hamza arkadaşlarını yüreklendirdi:

-Boşa telaşlanmayın; gelen nihayet bir kişi. İyi niyetle geldiyse hoş geldi. maksadı kötüyse kılıcımla kafasını koparırım, dedi ve dışarı çıkarak Ömer'in önüne dikildi.

-Ya Ömer! Biz Abdülmuttalip oğullarıyız. Demiri bile toz eder havayy püskürtürüz! Allah Resulü'nün kılına dokundurtmayız. Bunu iyi bil ve adımını ona göre at!

Konuşmaları içerden duyan Sevgili Peygabembirimiz, kapıya gelerek Hattaboğlu'nu iltifatlarla karşılayıp kucakladı.resul aleyhisselam, Ömer'i öyle sıktı ki sanki kemikleri birbirine geçti ve kılıcı yere düştü ve kendisi de efendimizin heybetinden yere kapaklandı; ve yerinden doğruldu; Peygamber şehadeti ile Müslüman oldu:

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühu.

Sevgili Peygamberimiz, o kadar memnun oldu ki; saadetinden tekbir getirme özleminden kavrulanlar da tekbir getirdiler. muhteşem sada her tarafı çın çın çınlattı... Bu günleri gösteren Allah'a şükürler olsun.

Peygamberimiz mecburiyetten önüne bakan Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ın mübarek başını öptüler... Darül Erkam, o sıcak yuva bayram yerine dönmüştü...

Bu kureyş ulusunun hidayete ermesi üzerine Cebrail aleyhisselam, Enfal suresinin altmışdördöncü ayet-i kerimesini getirdi. "Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak Allahü teala ve müminlerden izinde gidenler yetişir."

Hazret-i Ömer sordu:

-Kaç kişi olduk ya Resulallah?

-Seninle beraber kırk kişi...

-Ey Allah'ın Resulü; kafirler Lat ve Uzza'ya hiç bir şeyden çekinmeden tapınırken; biz, Hak teala'ya ibadetimiz niçin gizli yapalım?

...dışarı çıktılar... Hedef Kabe. Kabe'de herkesin; Mekke'nin, Arabistan'ın ve bütün cihanın gözü önünde saf saf namaza durulacak... Meydanlar selama dursun dünya yeni bir oluşa sahne oluyor.

İşte yürüyorlar. Peygamberimizin sağında büyük dava arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir, solunda büyük kahraman Hazret-i Hamza, önünde mü'min doğup mü'min büyüyen Hazret-i Ali, en önde yeni müslüman büyük sahabi Hazret-i Ömer ve bunları takip eden eshab-i kiram radıyallahü anhüm ecmain.

Sert ve heybetli bir yürüyüş...

Müşrikler, Kabe'nin yanında oturmuş laflıyorlar. Ömer İbni'l Hattab'ı yalın kılıç ve arkasında da müslümanları görünce bazıları sevindi:

-Gördünüz mü? dediler. Buna Hattaboğlu demişler. Gözünüz erkek görsün. Asileri nasıl toplamış getiriyor... güneş ışıkları nurlu bir eli öper gibi İslama nice büyük hizmetler yapacak olan kılıca narin bir öpücük kondurup geri uçuşuyor.

Şeytan zekalı Ebu Cehil'se durumu hemen kavradı. Öfke, ümitsizlik, hayal kırıklığı içinde başını iki tarafa sallayarak sıkılmış dişlerinin arasında hırladı:

-Maalesef hayır! Eğer dediğiniz gibi olsaydı Ömer arkada diğerleri önde olurdu. Galiba o da düşmana iltihak etmiş. Yazık! Kaybımız büyük.

Bu sırada mü'minler yaklaşmıştı. Ebu Cehil koştu:

-Bu gelişin manası nedir ya Ömer, pek anlayamadık?...

Hazret-i Ömer, unutulmaz ihtarını yaptı. Allah düşmanlarının yüreğine korku düşerken; mü'minlerin içine serin sular serpildi. Ses patlayan bir bora gibi; yiğit olan karşısında dursun;

-Mü'minlere ilişenin kellesini uçururum. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu!!! Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki Ömer İbni'l Hattabım. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen şöyle gelsin!!!

O gün müslümanlar ilk defa Kabe'de cemaatle namaz kıldılar... mbu ne kutlu öğiedir böyle?

Namazdan sonra Hazret-i Ömer, Sevgili Peygambermize Kabe'nin içini gezdirdi. Dört taraf putla dolu. Peygamberler Peygamberi, asası ile putları işaret ederek ebedi hakikati ifade eden mübarek ayeti okudular:

-Hak gelince batıl gider. Batıl elbette gidecektir...

üç çekin yıl

Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum.

Bir başkasının sözüyle bunu değiştiremem.

Büyük ve Kahraman Peygamber

Muhammed aleyhisselam

Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer'in hak yola girmeleri ile İslamiyet kuvvet buldu ve yayılma nisbeti arttı. Çığ büyüyor; sel çoğalıyordu. O deminki ışık, bir güneş gibi çölün ucundan yükselmeye başlamıştı. Kureyş kafirleri, İslamiyetin günden güne güçlenmesi karışısında hayli telaştalar... eğer bu yeni din, bu süratle taraftar bulursa istikbal kendileri için karanlıktır. "Bu nasıl din ki kureyş reislerine bir ayrıcalık da tanımıyor"...asıl bunu hazmedemiyorlar.... kureyş geleneğinde toplum aşiret ve kabilelere bölünmüş. Her aşiret ve kabilenin bir reisi var. Hükümet eden bu "Reis" veya "bey" diyeceğimiz kimseler. Kur'an-ı Kerim, bu düzeni kaldırıyor. üstelik ağa-bey-reis, avam herkes eşit. Reisler buna şaşırıyor. Hafsalarına sığmıyor böyle bir şey. Bu yeni ve insana yakışan hayat üslubunu içlerine sindiremiyorlar ama Muhammedi sistemin yayılmasını da durduramıyorlar... Onlara göre Ebu talib, desteğini çekse bu pürüz kısa zamanda kökünden kazınacaktır. Bundan ötürü Ebu Talib'in kapısındalar. Her mbiri tutuşmuş dal parçası gibi alev alev..

Ey Ebu Talib, bizde sabır ve tahammül bitti. Bu fitneyi mutlaka ve mutlaka bastıracağız. İşte sana iki teklif, dilediğini seçmekte serbestsin:

1- Ya Muhammedi bize teslim edersin layır olduğu cezayı veririz.

2- Veya mücadeleye hazır ol... sana yarın sabaha kadar müsade. Erkenden burada olacağız.

Ebu Talib, gidenlerin ardından bir müddet dalgın baktıktan sonrra içeri girdi... epeyi bir zaman düşündü. İş, hakitaten ciddiydi. Yeğenini rica etti. Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, geldiğinde O'nu bir güzel karşıladı; oturdular. Amcanın düşünceli olduğu hemen anlaşılıyordu. Dikkatli kelimelerle söze başladı:

-Evaladım! Mümkün mertebe şunlara ilişme. Sen ısrar ettikçe onların düşmanlık damarları kabarıyor. Mesela bildiğin gibi değil. benim reisliğim filan kar etmiyor artık, iş çığırından çıkmak üzere.

Zayıf çıra loşluğundan doğan gölgeler Ebu Talib'in üzgün yüzünde derinleşip kayboluyor. Efendimiz davet sebebini anlamıştı. Ama o Resulün taviz vermesi mümkün mü? İlahi emri tebliğe memurdur ve bu tebliği her türlü şarta rağmen devam edecektir.

Peygamberimiz, biraz da kırgın olarak cevap verdiler:

-Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum. Başkasının sözüyle bunu değiştiremem...

Ayağa kalkıp kapıya yönelmişti ki ihtiyar adamın kalbini yine pişmanlık duyguları sardı. Bu mümtaz insanı incitmiş olmaktan korkuyordu...

-Aldırma; vazifene bak, dedi, ben hayatta olduğum müddetçe sana kimse el süremiyecektir...

...........

Sabah olup da Ebu Talib'den müsbet bir cevap alamayan islam düşmanları, aralarında şu karara vardılar:

1- Müslümanlar, onları himaye eden Haşimoğulları ve Abdülmuttalib soyundan bundan böyle kız alınmayacak ve onlara kız verilmeyecektir.

2- Bunlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiç bir mal satılmayacak, hiç bir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir.

3- Yukarıda sayılanlar düşmanımızdır. Bunların, Kureyş mahallelerinde bulunan akrabalarını ziyaret etmelerine müsaade edilmeyecektir.

4- Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi reddedilecektir.

Bisetin yedinci senesi ve Muharrem ayının birinci günüydü. Müşrikler, saydıkları şartları bağlayıcı bir ahdname haline getirerek kağıda geçirdiler. Toplandı sekreterliğini Mansur bin İkrime Amir yaptı... Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahdname bir muhafaza sarıldı ve Kabe duvarına asılarak yürülüğe kondu... Bundan böyle kimsenin karar dışına çıkması mümkün değil.

Metni kaleme alan Mansur'un eline kısa bir zaman sonra felç indi. Şartlar, müminler ve hatta Haşimilerle Abdülmuttalib oğulları için fevkalade hassadı. Haberi alan Ebu Talib, derhal Müslümanlarla Haşimileri bir araya toplayarak yardım istedi. Ebu Leheb'in dışında muhalefet eden yok. Ebu Leheb, İslama olan düşmanlığından Ebu Talib tarafını terk ederek, Kureyş kafirlerine katıldı. Mekke ikiye bölünmüştü... Peygamberimize destek olanlar Ebu Talib mahallesine toplandılar. Hatta Kureyş mahhallesinde bulunan taraftar aileler bile Haşimi kesime sığındı. Ebu Talib, eshab-ı kiramın yardımı ile Resulullah'ı meçhul bir yere sakladı. Peygamberimiz, lüzum ettikçe izini kaybettirmek için yer değiştiriyor.

Düşman, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına aldı... Bölgenin dışına çıkan bir mümini yakalayınca O'na esir muamelesi yaparak işkence ediyorlar. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip "Muhammedilerle destekçilerine mal satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre" diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına yüksek fiyatalar vererek rakamları şişriyorlardı...

Ebu Talib mahallesi yokluk ve açlık diyarı olmuştu... Çocuk ağlamalarından durulmuyor...merhamete gelerek bir parça yiyecek getiren bir kureyşli yakalanınca dayaktan geçiriliyor. Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hadice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için harcadılar.Başa bir imkan kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile yediler. Peygamberimiz ve eshab-ı kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyorlar.

Günler, aylar geçti kuşatma kaldırılmadı...

düşmandan çekinmeden serbestçe dolaşabilenler yalnızca Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Bekir. Bu mübarek insanlara da diş gösteriyorlar ama ısırmaya güçleri yetmiyor. Hatta Ebu Bekir istediği yerde namaz kılıyor ve müsait olanlarını gizlice imana çağırıyor. Bunların haricindeki diğer müminlerin vaziyeti git gide kötüleşmekte. Bu yüzden Resulullah, sekseni erkek, onu kadın doksan kişinin daha Habeşistan'a göçmelerine için verdi...

Bu doksan müslüman, bin bir tehlikeyi göze alarak gayet gizli bir şekilde Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a vardılar.. Bir gurup müminin daha Arabistan'dan çıktığını öğrenen islam düşmanları öfkeden küplere bindi. Ne varki güvercinler bir kere hür ufuklara kanat çırpmıştı; yılan istediği kadar kıvranıp dursun.

Muhacirlerin emirliğini Cafer bin Ebi Talib, radıyallahü anh, yapıyor. Kureyş kafirleri, Habeş Hükümdarı Necaşiye temsilci yollayarak "asi"leri isteye karar verdiler. İki kişi gidecekti; Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia. Necaşi ile devlet erkanı ve din adamlarına nadide hediyeler hazırlayarak sefirlere teslim edildi ve:

-Önce din adamı ve yüsek dereceli memurlara götürdüklerinizi takdim ediniz. Böylece Melik'le görüşme ve maruzatın gerçekleşmesi hususunda yardımlarını rica edebilirsiniz; bilahere Hükümdara hediyelerini takdim edeceksiniz. Necaşi ile mültecileri görüştürmemeye bilhassa dikkat etmelisiniz, diye güngörmüş ihtiyarları akıl verdiler..

Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia Habeşistan'a vardıklarında kendilerine tenbih edilenleri harfiyen uyguladılar. Evvela yüksek dereceli memurlarla, sarayda görevli din adamları hediyelerle kendi yanlarına çekildi. Sonra bunların yardımı ile Kureyş elçileri Necaşi tarafından huzura kabul edildiler. Kureyşliler, secde ettikten sonra armağanları takdim ettiler ve ziyaret maksatlarını die getirdiler:

-Aziz majesteleri.. Memleketimizden bir kısım kadın ve erkeğin kaçarak devletinize geldiği yüksek malumlarınızdır. Bu asiler, bizim dinimizden çıktıkları gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi aralarında bir din uydurup ikilik çıkardılar. Bizi size arapların en seçkin insanları yolladı. Ricaları suçluları iade etmenizdir. Devletinizden de nifak ve huzursuzluk çıkarmalarından endişeliyiz. Bize yeter miktarda asker verirseniz isyancıları alarak geri döneceğiz. Maruzatımız bundan ibarettir.

Necaşi, "Ne diyorsunuz" manasına patriklere baktı. Onlar:

-İade etmelisiniz, dediler.

Hükümdar sinirlendi:

-Devletime sığınan insanlar, siyasi suçlulardır. Onların da fikrini almak lazım. Buraya çağırıp iki tarafı da dinleyelim. Eğer diplomatların bu iddia ve ithamlarına karşı inandırıcı bir müdafaa yapamazlarsa ülkemde bocguncu meşrep insan tutamayacağımdan onları araplara geri veririz. Ama üstlerine atılan şu suçlamaları çürütürlerse burada dilediklerigibi yaşarlar, buna kimse mani olamaz, dedi ve arap elçilerine döndü:

-Siz muhterem sefir hazretleri söyler misiniz bu uydurma dediğiniz dinin Peygamberi kimdir?

-Muhammed, dediler...

Zeki ve akıllı Hükümdar, durdu ve düşünmeye başladı. Son bir dinin vahyedileceğini; ahir zaman nebisinin bu isimde olacağını, milletinin onu yaşadığı beldeden hicret etme zorunda bırakacağını biliyordu.. demek ki son Peygamber zuhur etmişti.

Anladıklarını hiç belli etmedi.

-Evet az evvel dediğim gibi en güzeli onları da buraya çağıralım; yüzleşin! Bakalım bizi kim ikna edecek?

Melikin emri ile çilekeş mümineri de huzura getirdiler.. Her biri bir vakar timsali. Eğilmediler ve secde etmediler. Hükümdarı sadece ve nazikçe Allah'ın selamı ile selamladılar.

Tahtında oturan Necaşi sordu:

-Şu elçiler huzuruma girdiklerinde yeri öperek saygılarını sundukları halde siz sözle selam verdiniz bunun sebebi nedir? Halbuki onlar da siz de aynı millettensiniz.

Cafer radıyallahü anh:

-Biz müslümanız! Bizim dinimizde insan, insanın önünde eğilmez, insan insana secde edemez. İtikadımıza göre böyle mbir hareket haramıdır.

Peygamberimiz "secde yalnız ve ancak Allah'a mahsustur" ölçüsünü koymuştur. Biz bu ölçünün dışına çıkamayız. Ancak hareketimiz hazretlerine saygısızlık şeklinde tefsir edilmemeli. Çünkü biz, zatı devletilerini Allah'ın selamı ile selamladık. biz müminler birbirimizi de bu kelimelerle selamlar ız.Cenne†tekilerin selamlaşmasınında bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber veriyor.Bu bakımdan Allah'tan gayrısına secde etmekten yine Allah'a sığınırız,dedi.

veciz konuşmayı Necaşi de divandakilerde büyük bir dikkatle dinliyorlardı.Hükümdar:

-Pekala...sorduklarıma cevap veriniz.Buraya niçin geldiniz;tüccar değilsiniz,bizden bir şey de istemiyorsunuz;bu elçiler sizi neden geri götürmek istiyorlar?

-Devletlim,lütfen şu adamlara sorunuz.biz sahibinin yanından firar etmiş kölelermiyiz ki bizi yakalayıp efendilerimize iade edecekler...

Necaşi Amr bin As'a döndü:

-Bunlar köle mi,hür mü?

-Hür insanlar efendimiz!

Hazreti Cafer:

-Şu adamlara sorunuz;biz,herhangi bir kimsenin

kanını mı döktük bizi götürüp kan sahibine teslim edecekler?

Necaşi:

-Bunlar katil mi?

-Hayır!

Cafer radıyallahü anh:

-Hükümdarım,şu adamlara sorunuz ki biz birinin

malını mı elinden aldık da bizi hak sahibine götürecekler...

Necaşi:

-Ey Amr! Mülteciler, hırsızlık veya gasp veya talan gibi bir cürüm ika ettiler mi? Şayet bunların bir borcu varsa miktarı ne olursa olsun ben ödeyeceğim.

-Hayır; ne sayılan suçları ne borçları var...

Büyük kabul salonunda hiç bir şey kımıldamıyor, hiç bir hareket yapılmıyor; en keskin dikkatlerle konuşmalar dinleniyor. Kelimeler karanlık gecede uçuşan kıvılcımlar gibi havada savrulup diğer tarafa düşüyordu...

Necaşi gürledi:

-Öyleyse, siz bu insanlardan ne istersiniz?

-Biz ve onlar aynnı dindeydik. Yolumuzu bırakarak Muhammed'e tabi oldular, dinimize ve milletimize isyam ettiler. Bu yüzden cezalandırılmaları lazım. Onlar suçlu. Kureyş onların cezasını verecek.

Necaşi:

-İnsanların ellerine kelepçe ayaklarına zincir vurulabilir ama vicdanları nasıl kilitlenir, imanlarına nasıl hükmedilir. Zorla, zorbalıkla insanları kendiniz gibi inandıramazsınız. Siz, mazlum kimselere tahakküm etmek istiyorsunuz!!! Buna müsaade etemem!!! dedi.

Müşrikler feci bir meydan dayağı yemiş gibi oldular. Hükümdar tebessüm ederek müminlere döndü.

-Ey Cafer, dininizi niçin terk ettiniz. Ecdadınızın dininden ayrılmış fakat hıristiyan da olmamışsınız. Dininden ayrılmış fakat hırıstiyan da olmamışsınız. İman ettiğiniz din nasıl bir şey?

-Hükümdarım. Biz cahil insanlardık. Heykellere tapar, leş yer, elmas yüzlü çocuklarını zerer kadar acımadan diri diri toprağa gömer, akrabalarımızla alakamızı keser, komşularımıza kötü davranı, kuvvetli olanlarımız zayıfları ezer ve merhamet nedir bilemezdik... Peygamberimmizin tebliğine kadar bu hal üzre devam ettik. Bu dinin ismi islamiyettir. Dinimizde heykellere tapmak, yalan söylemek, adam öldürmek, yetim malı yemek, iftira atmak haramdır. İslamiyet ana-babaya hürmetkar olmayı, akrabayla iyi geçinmeyi, komşuya hürrmet etmeyi, evlatlar arasında kız-erkek farakı gözetmemeyi ve daha nice güzel şeyleri emir buyurmaktadır. Mbunların hepsini şurada saymak uzun zaman alacağından sıralamak oldukça zor.

Kısacası biz, kitabımız Kur'an-ı kerim'in ve yüce Peygamberin yapınız dediklerini yapmaya, yapmayınız buyurduklarından uzak durmaya başladık. Ve ibaedetlerin en büyüğü namazla şereflendik. Namazla kul ve insan olma şuurunu idrak ettik. Bu sebeple bu putperestler, biz hak dini mensuplarına düşman oldu ve akıl almaz kötülüklere başladılar. Bizleri islamiyetten dördürmek için zalimce işkenceler yaptılar. Aç bırakmak için müslümanları ablukaya alarak onların başka insanlarla görüşmelerini, alış veriş yapmalarını yasakladılar. Şu gün bile yalnız yakaladıkları müminlere yine gaddarca işkence yapıyorlar. Aç bırakarak dize getirmek için başlattıkları kuşatma aylar geçtiği halde yine sürüyor.. Bir yolunu bularak dinimiz uğruna yurdumuzu yuvamızı terk edip ülkene ve adaletine sığındık. Eğer bizi onlara teslim ederseniz işkence ede ede öldürecekler!..

Mübarek sahabi terlemiş yanakları al al olmuştu.

-Pekala o bahsettiğin Kur'an'dan biraz okur musun? Bakalım ne diyor...

Cafer, radıyallahü anh, hazretleri uhrevi bir hava ile Meryem suresini okumaya başladı. Kudsi ve muhteşem ayetler ruhlarda yankılanıp gönüllere akıyordu... Hükümdarın gözlerinden boşanan yaşların süzülüp sakalını bulduğu görülüyor. Din adamları da sessizce ağlamaya başladılar.

Necaşi:

-Kainatın en güzel sözleri... daha oku, devam et...

Cafer bin Ebi Talip biraz da Kehf suresinden okudu...

Melik Necaşi, mecliste olanlara hitaben:

-Hiç şüpheniz olmasın ki bu yeni dinle eski hak dinler, aynı kandilden yükselen ışıklar gibi; aralarında ancak bir kıl kadar fark var. Musa ve İsa Peygamberler de aynı hakikati söylüyorlardı, dedi ve Müslümanlara döndü:

-Sizi kutlarım! Yolunda olduğunuz nebinin Hak Peygamber olduğuna ben de iman ediyorum. Meryem oğlu İsa da O'nu haber veriyordu. Mümkün olsaydı gider hizmetine girer, ayaklarını yıkarım... ülkemin istediğiniz yerinde dilediğiniz şekilde hür ve huzur içinde yaşayınız, diye güleç yüzü ile onları tebrik ettikten sonra bu defa elçilere hitap etti:

-Getirdiğiniz hediye kılıklı rüşvetinizi de alarak buradan çıkınız!!!

Doksan kışı rahat bir nefes aldılar; ılık bir gülümseme yüzlerini yumuşattı; Necaşi'ye dua ve teşekkür ederek huzurdan ayrıldılar.

........

Doksan müslüman, hürriyete kavuşurken Mekke'de neler oluyordu?

Ebu Talib mahallesi'nin etrafındaki kuşatma çemberi kuş uçurtmuyor. Mü'minler büyük imtihandalar...

İnsafdan nasipli olan bazı kureyşlilerin vicdanlarında bir şeyler kıpırdıyor. "Böyle şey mi olur... senin gibi inanmıyor diye aç bırakarak ceza vermek de ne demek?" Hakim bin Hüzzam da böyle düşünüyor. Bu düşüncenin dürtmesi ile bir yolunu bulup akrabalarına bir yük gıda maddesi gönderdi. Yiyecek yerini buldu ama Ebu Cehil, olanı duymuştu. Hakim'in kapısında. Kıracak gibi yumrukluyor:

-Hakim bin Hüzzam! Çabuk dışarı çık!..

Hakim, kapıya geldiğinde hakaretin bini bir para. Ebu Cehil kudurmuş gibi. Boyun damarları şişe şişe bağırıyor:

-Sen hainsin! Ahdnameye ihanet ettin. Asilere nasıl yiyecek yollarsın? İki yüzlü yalancı. Seni meydan yerine götürüp herkesi yüzüne tükürteceğim!!! Keza, Ebu Bühter bin Hişam da bir müddettir vicdan rahatsızlığı duyanlardan.

Ebu Cehil, Hakim'e yüklendikçe yüklenirken Ebül Bühter de onları seyrediyor... Mütecaviz adamı dinledi, dinledi ve bir an geldi ki Hakim'in cevap vermesine fırsat kalmadan eline geçirdiği bir odunu kuduz kafirin kafasına indirdi:

-Yetti be, dedi, sen ne merhamet fukarası bir canavarmışsın! Adamın suçu ne; nihayet akrabasına iki lokma yiyecek göndermiş. Akrabalarımızla görüşmeye mani olamazsın anladın mı?

O sırada Hazret-i Hamza oradan geçiyordu. Ebu Cehil'in kafasına odun yediğini görmüştü. Bunu fark eden kibir putu, mahvoldu ve pancar gibi bir suratla defolup gitti...

Bu çetin günlerde Haşimoğullarına yiyecek gönderenlerden biri de Hişam İbni Ömer. Bunun da içine merhamet nurundan kıvılcımlar düşmüş. Abluka altındaki bölgeye bir gece üç yük yiyecek kaçırdığı haber alınınca müşrikler Hişam'a ağır bir meydan dayağı attılar... ve!

-Bir daha böyle bir alçaklık yaparsan seni öldürürüz, bunu iyi bil!

.. diyerek onu olduğu yerde bırakıp dağıldılar. Ama adamın içine bir kere nur kıvılcımı düşmüş bulunuyor. Bir sonraki gece de iki yük yiyecek kaçırdı... Kureyşliler bunu da haber aldılar ve Hişam bin Ömer'i şiddetle cezalandırmak için peşine düştüler.Lakin onlara Ebu Süfyan mani oldu...

-Olmaz dedi, bu kadarı fazla! İzinde olduğunuz insanın kabahati ne? Akrabasına acımak. Acı ya! Buna nasıl engel olursunuz. Hişam'ın kılına ilişen boyununu kılıcıma sürmüş olur! Bunu böyle bilin! dedi... Kalabalık homurdana homurdana çözülüp dağıldı...

Rabbimiz bir iyiliği karşılıksız bırakır mı? Hele o iyilik Resulü ile çilekeş ilk müslümanlara yapılıyorsa... Hakim bin Hüzzam, Ebül Bühter bin Hişam ve Ebu Süfyan, duydukları o vicdan sızıları sebebiyle daha sonra islamla şereflendiler.

......

Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı,

Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma üçüncü yıla girdi. N'olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece muhasara altındaki mümin veya Haşimller değil bazı Kureyşliler dekendi kendine sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahdname" dedikleri Kabe duvarına asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu anlaşma insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kağıdı yırtmak için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor.

Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye geldi ve düşüncesini ona açtı.

-Ey Zübeyr! Senin vicdanın hiç sızlanmıyor mu?

Bak sen bolluk içinde yüzüyorsun. Oradaki halaların ne halde? Bir tas çormaya, bir eski entariye muhtaç duruma geldiler. şu Ebu Cehil'in ettiği doğru mu?

Bunu içine sindirebiliyor musun?

Zübeyr, onu keskin bir dikkatle dinliyordu.

-Doğru dedi, bu insanlık değil. Şayet bana yardım eden olursa o ahdi bozmaya çalışırım.

-Ben hazırım.

-İki kişi az olur. Bir kişi aha bulaz mısın?

Bunun üzerine Hişam, Nevfel bin Abdi Menaf'a gitti; ve:

-Manzara seni rahatsız etmiyor mu? Bak şu gün bir kısım Abdi menaf evladı açlığa mahkum edilmiş ölümleri bekleniyor. Sen ne yapıyorsun? Hiç.

-Ama ben yalnız bir insanım ne yapabilirim ki?

-Hayır yalnız değilsin! Zübeyr de var. böylece üç kişi oluyoruz, dedi...

Daha sonra bu üç kişiye iki kişi daha eklendi: Ebül Bühteri ile Abdülmuttalib bin Abdülaziz. Bu beş kişi önce kafa kafaya verip stratejiyi bir güzel çizdiler... Ertesi gün Kureyşlilerin en kalabalık olduğu saatte Zübeyr, onlara seslenerek kendilerini sarıp tesir altına almaya çalışırken gönül birliği ettiği diğer dört arkadaşı meclisin dört ayrı noktasında bulunacak ve buradan yüksek sesle Zübey'e destek vereceklerdi.... Böylece toplum psikolojik bakımdan hakimiyet altına alınarak hedef alınan maksada doğru yönlendirilecek.

Öyle yapıldı. Beklenen günde Kabe'nin önü. Kureyş'in en kalabalık olduğu saatler... Birden bir ses:

Ey Mekkeliler!!!

Bütün başlar sesin geldiği tarafa çevrili ve bütün gözler sesin sahibini arıyor. Zübeyr, yüksek bir yere çıkmış ateşli nutkunu veriyor:

-Bir düşünün! Biz refah içinde yüzerken akrabamız olan insanlar muhasara altında açlıktan neredeyse kırılır duruma geldiler. Onlar tam üç senedir her varlıktan mahrum halde sıkıntıları göğüslüyorlar. Çocukların ne suçu var? Onlar bile çekiyor. bu ağır zulüm artık bitmeli.. bu hata düzelmeli. Ve ben bunu düzelteceğim. "Ahdname" dediğmiz zalim paçavrayı Kabe duvarından alıp parça parça atmeden, bu kararın yürülüğüne son vermeden buradan ayrılmayacağım.

Ebu Cehil, cırtlak sesi ile bakışları kendine çekti:

-Yalan! Yalan söylüyorsun!

-Sen yalan diyorsun! Biz zaten o anlaşmaya ta o günden muhaliftik, baskı altında evet dedik!..

-Asla! Asla! Ahdnameyi istemiyoruz.

-Ona uymayacağız.

Zübeyr'in arkadaşları dört taraftan Ebu Cehil'e cevap yetiştiriyorlardı...

Halkdan beklenen sesler yükselmeye başladı:

-Doğru! Bıktık bu işten. Öz akrabalarımızı kendi ellerimizle esir aldık; baskı altında inletiyoruz.

Bir anda herkes sustu. Ebu Talip, onlara hitap ediyordu:

-Ahdnameyi bana getirin?

..............

Ebu Talip, ahdnameyi ne yapacak, neden istiyor? Kabe önüde deminki tartışmalar olurken Cebrail aleyhisselam, Sevgili Peygamberimiz'e gelerek bahsi geçen ahdnamenin bir güve tarafınndan yendiğini; sağlam olarak sadece "Allah" yazılı olan kısmın kaldığını haber vermişti. Resulullah müjdeyi amcasına duyurdu. Ebu Talip şaşırdır:

Ama, dedi, böyle bir şey varsa sen bunu nereden biliyorsun. Bizim dışarı ile hiç bir irtibatımız yok ki ne biz dışarı çıkabiliyoruz, ne gelen var?

-Cebrail'den öğrendim, buyurdular.

-Sen yalan söylemezsin, diyerek yeğeninin yanından ayrılıp ahdnamenin asılı olduğu duvar dibine geldiğinde münakaşanın bu konuda olduğunu görmüş ve işte o zaman onu istemişti.

Bazıları ümide kapıldı.

-Yeğenini teslim etmeye geldin değil mi? O ölmeden bu ikiliğin bitmesi imkansız.

Ebu Talib:

-Ey Kureyş şu anlaşmayı siz kaleme aldınız ve yine siz mühürlediniz değil mi?

-Evet biz yadık; reislerimiz mühürleri ile tasdik etti...

-Yeğenim, bir böceğin anlaşma metnini yediğini, sadece "Allah" yazılı olan kısmın sağlam kaldığını söyledi. Ben doğru söylediğine inanıyorum. Buna rağmen kağıt sağlamsa O'nu size getireceğim. Şayet dediği olmuşsa ahdnamenin hükmü kalmasın diyorum razı masınız?

Topluluğun önüüleri bir taraftan merdiven kurarak ahdnameye uzanırken bir taraftan da Ebu Talib'in dedikleri ile inceden inceye alay ediyorlardı.

-Böcek, kağıdı yiyecekmiş ama Allah isminin geçtiği yerden korkup orayı öylece bırakacakmış. ne hayal ya! Bunu diyen şiir yazsa bari!

Bu gevezeliği yapan lafını bitirdiğinde ahdnameyi aşağı indirmişti... Herkes merakla başına toplandı.

Muhafaza açıldı ki doğru. Ebu Talib'in haberi aynen vaki! herkes şaşkınlık içinde:

-Aaa! Hayret, imkansız birşey bu...

Ebu Cehil vaziyeti toparlamaya çalıştı.

-Heyret edecek ne var?! Büyü işte anlamıyor musunuz? Benzerlerine kaç kere şahit olduk? Bu da onlardan biri. Hadi Herkes dağlıp işine baksın.

-İşine baksınmış! Hayır. Bu paçavranın kalanı da yırtılmadan; andlaşma yürürlükten kaldırılmadan bir yere gitmeyeceğiz.

-Evet arkadaşlar! Bu iş buraya kadar gider! Akrabamız kuşatma altında bitti artık.

-Böyle bir ahdi istemiyoruz, bu anlaşmaya razı değiliz!..

Bu sesler, Zübeyr ve dört arkadaşına aitti.

Kureyş'in çoğunluğu onlara katıldı. Kağıdı paramparça ettikten sonra kuşatma hattına saldırarak çemberi yardılar... Kimse itiraz edemedi. Zira itiraz, bir isyan; büyük bir iç kavgaya sebep olacak ve belki de müminleri çoğaltacaktı.

Bisetin onuncu yılına girerken müslümanlar, üstün bir sabır ve metanetle açlık ve yokluk imtihanını da vermiş oluyorlar...

ebu talib'in ölümü

O hüzünlü Peygambere

Selât ve Selam Olsun

Ebu Talib Hasta.

O'nun hastalğı, evde her şeyi değiştirmişti. Mekke Reisinin cıvıl cıvıl konağında şimdi dudaklar kilitli gibi. Herkes suskun ve düşünceli. Konuşan, dillerden çok gidip- gelen ayaklar, alıp-veren eller bakışıp anlaşan gözlerdir. Evet; Ebu Talib hasta...

Seksenyedilik ihtiyar çınarın bu defa yenik düşeceği belli....bir fazla söz, yüksekçe söylenecek bir kelime, sanki havanın tılsımını bozacak ve sanki bu yüzden ölüm çabuklaşacaktır.

Varlığı, her şeye hakimiyet ve tesiri öyle tabiileşmiş kihayatı O'nsuz düşünmek evdekileri korkulu ürpertilere itiyor...

Ebu Talib'den mahrum bir hayattan endişe eden sadece oğlu, kızı, hanımı, gelini değil...daha başkaları da aynı kaygıyı yaşıyor.

...Hamza müslüman oldu. Ömer de müslüman oldu. Her gün yeni yeni insanlar müslüman oluyor. Çoğalıyorlar, büyüyorlar, güçleniyorlar. Ebu Talib'in yokluğu yarısı müslüman, öbür yarısı eski yolunda yürüyen toplumu gırtlak gırtlağa getirebilir. Öyle görünüyor ki babanın evlada kılıç çekeceği günler uzak değil. Şu ahled herkes yoluna gitmeli. Barış esas olsun ve herkes dilediğince inanıp yaşasın. İki tarafı da bağlayıcı böyle bir sulhü kim kurabilir? Ancak Ebu Talib. Aralarında Ebu Cehil'in de bulunduğu müşrik mümessilleri hastanın evindeler:

-Geçmiş olsun ya Eba Talib! Sen bizim ulumuzsun. Ölüm döşeğinde bulunman cümlemizi korkulara sevk ediyor. İstikbalden ürküyoruz. Yeğeninle aramızdaki ihtilaf malum. Ölmeden evvel bu meseleyi çözmelisin. O'nu da buraya çağır; hakem ol; aramızı bul. Kimse kimseye karışmasın. O kendi yoluna, biz kendi yolumuza gidelim.

Başı yastığa gömülü olarak yer yatağında misafirleri dikkatle dinleyen Ebu Talib, tane tane konuşarak şunları söyledi:

-Muhammed, emin insan. Hakikate muhalif bir şeyi O'nda bulamazsınız. Benim size yapacağım bütün nasihatleri fazlası ile diyecek olan O'dur. Muhammed'i inkar eden sadece lisandır. Vİcdanın reddiyse imkansız. Söylediklerinin akla aykırı yanı yoktur. Şuna kesin olarak inanıyorum ki milletimizin fakirleri, kimsesizleri, köylüleri sür'atle O'na bağlanacaklar. Çevre ülke insanları da müslüman olacak. Kureyş'in O'na tabu olmayan kibarları, seçkinleri, zenginleri rezil olup sürünecekler. Sağ kalırsam yeğenimi bütün tehlikelerden korumayı sürdüreceğim. Tevsiyem o ki siz Muhammed'e sahip çıkınız!...

...dedi ve bir yakının Sevgili Peygamberimize yollayarak istetti.

Büyük Peygamber, içeri girince emcasına giderek yanıbaşına oturdu. Müteessir olduğu mahzun yüzünden anlaşılıyordu. Bu kadar iyiliğini gördüğü bir insanın imandan mahrum olarak beka alemine göçme ihtimali O'nu elemlere gark ediyordu. Güzel ahlakı en büyük mucizelerinden biri olan Allah Resulünün oturuşu, susuşu, bakışı bile kibar, ölçülü, vakurdu...

Ebu Talib, müşfik nazarlarla yeğenine bir müddet baktıktan sonra doğrudan mezua girdi:

-Gördüğün gibi senin baş düşmanların ve kavmimizin beyleri buradalar... Benden sonra vaziyetin daha da kötüleşeceğinden endişeliler. Bu sebeple "Sen hayatta iken kardeşinin oğlu ile aramızı bul; herkes kendi dininde kalsın; taraflar yekdiğerine müdahale etmesin" teklifini yapıyorlar. "Hakem ol; vereceğimizi verelim, alacağımızı alalım" diyorlar...

Bütün dikkatler O'nda toplanmıştı. Ebu Talip, nefes ala ala konuşurken her şey susmuş ve herkes beklemeye durmuştu.

"Peygamber, muahede teklifine acaba ne diyecek?"; kafalarındaki soru bu...

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem:

-Mümkün, dedi. Onların benden almalarını istediğim sadece bir cümle. Eğer bu cümleyi kabullenirlerse araba ve arap olmayana hakim olurlar.

Ebu Talib hayretle sordu:

-Hepsi bir cümle mi?

-Evet bir cümle!

Ebu Cehil atıldı;

-Aman şunu söyle; biz ona on cümle daha ilave edelim.

Herkes merakla yeni dinin sahibine bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz, barış şartı olan tek maddeyi açıkladı:

-"La ilahe illallah" diyerek; Allah'a ibadet edecek, putlardan vazgeçeceksiniz.

Müşriklerin başından bir kazan kaynar su dökülmüş gibi oldu. Ellerini dizlerine veya birbirine vurarak:

-Ey Muhammed! Sen şu kadar tanrıyı bir tek ilah mı yapacaksın? Şaşılacak şey!... Bir de ümid vadederek olmayacak bir teklifle bizi oyalıyorsun, dediler.

Ebu Talib, sulhün akdedilmemesinden mahzun olmalı ki bir süre sustu ve sonra Peygamberimize hitap etti:

-Şartın hak ve hakikate uygun. Kabulü mümkün şeyler söyledin...

Amcasının bu konuşması Peygamber aleyhisselamı sevindirdi.

-Amcacığım öyleyse sen "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" de. Dedi ki kıyamet günü şefaatçin olabileyim, dedi ve ısrarla ayın sözü tekrarladı.

Ebu Talib, bu ısrar karşısında:

-Eğer "Yaşlandı da bunayarak müslüman oldu" veya "Ölümden korktuğu için Müslüman oldu" demeseler didine girerdim. Ama böyle demelerinden korkarım. O'nun için Kelime-i tevhidi söylemiyeceğim, dedi.

Peygamberimiz, büyük yardım ve himayesini gördüğü fedakarlıklarını hiç bir zaman unutamaycağı Ebu Talib'in ebedi felakete düşmesinden son derece üzülüyordu. Bu yüzden telkine devam etti...hasta az sonra daha da ağırlaşmıştı. Sevgili Peygamberimiz, ölüm döşeğindeki şu ahiret yolcusunu bir kere daha imana çağırdı:

-Amcacığım "La ilahe illallah" de mahşerde mü'min olduğuna şahid ve şefaatçi olayım.

Ebu Cehil ve Abdullah bin Ebu Umeyye araya girdi:

-Ey Ebu Talib yoksa milletinin dininden vaz mı geçeceksin?

Cümleyi bir ihtar, kınama alay üslubu ile söyleyerek Ebu Talib'in gururunu tahrik ettiler.

Buna rağmen mazdarip ve muazzez yeğeni çırpınıyor; ama, diğerleri de Ebu Talib'in nefsini körüklemeye devam ediyorlar...

Bahtsız Ebu Talib yeğeni ile müşrikleri bir el hareketi ile susturdu ve nihai kararını açıkladı:

-Boşuna yorulmayın! Ben eski dinim üzre öleceğim. Millitemin yolundan ayrılamam. Muhammedi olursam Kureyş kadınlarının "elinde büyüttüğü birine tabi oldu" diye arkamdan gülmelerine korkarım!... Şu var ki seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. İncinmeni istemem. Bunlar, benden sonra sana eziyeti arttırabilirler. Bu sebeple Tai'e, dayın Neccaroğulları'na git...

Allah Resulü

-Ey amca şunu iyi bil ki, Allah tarafından men olununcaya kadar affın için dua edeceğim, karşılığını verdi.

Az sonra Ebu Talib, bir şeyler mırıldanarak öldü. O, bir şeyler mırıldanırken Abbas kulağını kardeşinin ağzına götürmüş ve Sevgili Peygamberimiz'e "dediğin kelimeyi söyledi" haberini vermişti...ancak, Resulullah bunu "ben işitmedim" diyerek reddetti. Üstelik Abbas henüz müslüman olmadığı için şahadeti makbul değil...

O'nun seksenyedi yaşında göç ettiği gün, aziz Peygamberimiz, kırkdokuz yaşından sekiz ay onbir gün almışlardı.

Amcasının böyle gayri müslim olarak dünyasını değiştirmesi inceler incesi rahmeten lilalemin'i büyük kederlere sürükledi... Ve evine kapanarak Rabbine yalvarmaya başladı...bunu gören eshabı kiram da evlerinden çıkmayarak kendi geçmişlerinin affı için gözyaşı döker oldular.

Fakat, Cenab-ı Hak buna razı değil.

Önce Tevbe Suresi yüzonüçüncü ayeti kerimesi gelerek bu hal yasaklandı:

-Peygambere ve diğer müminlere müşrikler için mağfiret talep etmek yoktur.

Sonra da Allahü teala, Kasas Suresi ellialtıncı ayeti kerimesi ile habibine seslendi:

-Muhakkak ki sen sevdiğin kimseye hidayet edemezsin; ancak Allah, dilediğine hidayet eder.

Eshabı Kiram soruyor:

-Ya Resulallah! Ebu Talib'in zat-ı alinize şu kadar hizmeti oldu. Bu hizmetlernin yararını hiç göremeyecek mi?

-Evet, faydasını gördü. Ben O'nu cehennemin derin yerlerinde buldum; daha serin bir yere çıkardım, ateş, amcamın sadece topuğuna kadar çıkabilmekte.

çııÖÖçşıÜüMedine, Mekke'nin yol üstü; güzergâh...Mekke, dış dünyaya Medine kapısından çıkıyor. Eğer medine Müslümanların eline geçerse; Mekke boğazından sıkılan bir insan gibi olacak. O takdirde Mekke, Medine'nin parmaklarını gevşettiği veya gevşetmediği nisbette yaşama şansına sahip veya değil...Medine'de Müslüman sayısı günden güne çoğalıyor...Bu, aslında hesapta olmayan bir neticedir. Önceleri fazlaca mühimsenmeyen bu netice, şimdi âni ve beklenmedik gelişmelerle çok ciddi buudlar kazanmıştır. Evs ve Hazreç kabilelerinin her ikisi birden İslâmiyeti tercih edince Medine bir bakıma bir İslâm beldesi oldu; belde veya devlete giden başlangıç. İşte bu iki kabilenin dini İslâmı kabulleri Mekke müşriklerini esaslı, şekilde ürküttü. Bu ürküntü ve içten içe gelişen önü alınmaz korkular ile müminlere saldırıya geçtiler. Varolup, olmama kavgasına girmiş gibiler...Şimdi hedefleri, Muhammedileri Mekke'de muhasara altında tutarak İmha etmek...Eğer Mekke Müslümanları ile Medine Müslümanları şöyle veya böyle bir yolla birleşirlerse...bu ihtimal müşrikleri kudurtmuştur. O yüzden zulüm ve işkence öncekilerle mukayese edilmeyecek çapta arttı...Hergün işkence, her saat işkence, her fırsatta eziyet ve aşağılama...

Ne yapıyordu ki bu insanlar onlara? Hiçbir şey. Suçları İslâmiyetin emrettiği gibi yaşamak. Buna tahammül edemiyorlar. Farklı bir hayat, Mekke kafirlerine aykırı ve zıt geliyor. Fakat Allah'ın hikmeti; Müşrikler, kötülük ettikçe Müslümanlar, azalmıyor; aksine, sayıları günden güne artmakta. Habis ruhlu kâfirleri de hırstan kudurtan kendilerine göre bu neticeydi...dayak, azap işkence hatta ölüm; buna rağmen insanlar, kendileri gibi soyluları bırakıp O'na koşuyorlar...İnsanlar neye gidiyor, para vaadine mi, mal vaadine mi, makam vaadine mi? İnsanlar, bilerek veya bilmeyerek Resulullah'ın en üstün mucizesine koşuyorlar; herkes O'nun güzel ahlâkına koşuyor. Öyle bir koşu ki nasibi olan herkes, kıyamete kadar O, sallallahü aleyhi ve sellem'in güzel ahlâkına koşacak. Herkes koşacak; aklı olan herkes koşacak.

Mazlumlarda dayanacak tâkat kalmadı. Bu sebeple Efendimizden izin istiyorlar... Bir yolunu bulup bu şehirden hicret etmek, azıcık nefes alacakları, azıcık hür yaşayacakları topraklara gitmek istiyorlar. Hürriyete muhtaçlar... Kendilerine mahsus bir mavi göğe, "Özlemleri bu; bu hür maviliğin altında kimse onlara sen suçlusun; gel hesap ver... Niçin böyle inanıyorsun" demesin; diyemesin...dememeli,

Şüphesiz, müminlerin; bu büyük kahramanların çektiklerinden en fazla üzüntü duyan o azabı tâ can evinde olanca hassasiyeti ile yaşayan bizzat Sevgili Peygamberimizdir. Her işkence haberi, en üstün insan ve en üstün Peygamberin nurlu kalbinde kimbilir hangi elemleri doğurmakta; hangi kederlere yolaçmaktadır. O, acıları, belki o işkenceye maruz kalandan daha çok hissetmekte. Buna hiç şüphe yok.

Buna rağmen hicret için müsaade isteyen eshabına sabır tavsiye ediyorlar. Zira Mekke'nin terkine henüz izin çıkmamıştır. Efendimiz, derin düşüncedeler. Şüphesiz bir büyük ve tarihi imtihan bu. O seçilmişler seçilmişi aziz arkadaşları bu imtihandan geçiyorlar...

Habibullah, dau ve gözyaşındalar...

...Ve bir gün, büyük sevinçlerle eshab-ı kiramın yanını gelerek müjdeyi bildirdiler:

-Yesrib/ Medine'ye gideceksin. Mekke'den ayrıldıktan sonra hicret edeceğiniz memleket iki kara taşlık arasında olan hurmalık Medine şehridir. Medine'ye hicret ediniz. Ahllahü teâlâ Medineli Müslümanlarla sizi kardeş yaptı. Onlarla birleşiniz. Yesrib, siz kalbi yaralılara emniyet ve huzur beldesi olacaktır.

....

Yüzlerde bir buruk sevinç ışıdı...Hüzün ve sevinç iç içe geçmişti. Şu zalimlerden kurtulmak büyük nimet olacaktı ama; eshab-ı kiram şimdi, doğdukları, büyüdükleri toprakları öylece bırakıp başka yerlere gideceklerdi. Oysa bu topraklarda onların izleri, hâtıraları hayatlarından parçalar vardı. Bazıları geride inkârda ısrarlı anne, bacı, kardeş, baba gibi en yakınlarını bırakıyordu. Veya yakınken uzaklaşmış olanları. Ah n'olurdu onlar da ebedi saadeti tadabilselerdi? Fakat bunların hepsinden çok daha acı olan Resulullah'dan ayrılmak...

...Sevgili Peygamberimiz, dikkatli olmalarını, kâfirleri şüphelendirecek hareketlerden uzak durmalarını, küçük topluluklar halinde ve gizlice göçmelerini bilhassa tavsiye buyurdular...

Müminler, büyük Peygamberin tavsiyelerine aynen sâdıklar. Tenha vakitleri ve tenha yerleri tercih ederek canlarını Medine'ye; kardeşlerinin yanına atıyorlar. İlk hicret eden; yani ilk muhacir, Ebu Seleme. Ebu Seleme, radıyallahü anh, daha evvel de, artık, müminlere gurbet olan Mekke'yi terketmek istemiş; fakat yakalanmıştı. Hanımı ile oğlunu O'ndan zorla koparmış; kendisine de olmadık kötülüğü reva görmüşlerdi. O yüzden bu topraklara ilk veda eden, bu toprağın küskünü; vatanda gurbet hüznünü tadan; ne tadması? hücrelerine kadar yaşayan Hazreti Ebu Seleme...

Ve ardından kafile kafile muhacir, gece karanlıklarında Mekke dışına sızmaya bakıyor. Mü'minler, öbek öbek insan düşmanı insanlardan kaçıyor..

Müşrikler, vaziyeti farkettiler. Bazı muhacirleri yakalayıp hepse attılar, beklenmedik yerlerde bazı kafilelerin önüne çıkarak hanımları kocalarından, çocukları analarından ayırdılar; zulümlerine zulümler eklendi... fakat göç seli durmadı. Hürriyete susamış olanlar, ne yapıp ettiler ve sonunda insanca yaşama şartlarına koştular.

Korkaklar zalim olur; zalimler, her nevi işkenceyi yapıyor ama bir iç harp korkusuyla müminleri bundan böyle şehid edemiyorlar...Yalnız bir kafileye ilişemediler. Kahroldular, mahvoldular, dövündüler, dişlerini öğüttüler ama ses çıkaramadılar.

Hazreti Ömer, radıyallahü anh, belinde kılıcı, üstünde ok ve yayı olduğu halde işte Kâbe-i Şerifi tavaf ediyor. Etrafta kalabalık bir müşrik cemaati var. O'na bakıyorlar. Büyük Müslüman, üzerine dikili nefret dolu bakışlara aldırış etmiyor. Huşu içinde ibadetini yapıyor. Kâbenin etrafında yedi defa dönüp duasını yaptıktan sonra kâfirlere dönüyor:

-İşte ben de gidiyorum! Dinimin hatırı için ve Allah rızası uğruna ben de Mekke'den vazgeçerek Medine'ye hicret ediyorum. Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen kahraman varsa yoluma çıkabilir...

İslâm düşmanları, kendilerine meydan okuyan bu arslan karşısında gıklarını çıkaramadılar. O'nun dediklerinde tam kararlı olduğu ve önüne çıkanın bu cür'eti hayatı ile ödeyeceği öylesine belliydi ki....bu yüzden Hazreti Ömer ve yanındaki yirmi kişi Mekke'den Medine'ye en rahat göçen insanlar oldu.

.....

Suheyb bin Sinan, Mekke'nin zenginlerinden. O da mümin...birgün Talha bin Ubeydullah'ı da yanına alarak bir fırsatını bulup Medine yoluna düştüler; fakat,Allah'a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde yollarına çıkarak onları durdurdular...

-Durun bakalım...Nereye?

-Gidiyoruz...

-Medine'ye!

-Evet, Medine'ye gidiyoruz..

-Gidemezsiniz.

-Sebep?

-Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de çıkartırsınız..

Servet, mal, mülk kimin gözünde? Müminler için tek gaye var: Kâfirlerin elinden kurtulmak. Süheyb hazretleri önlerine çıkan eşkiyanın zaafını anlamıştı. Onlara "hayır" diyemiyecekleri beklenmedik bir teklifte bulundu:

-Peki bütün servetimi, hatta Mekke'deki alacaklarımı size versem bizi görmemiş olur musunuz?

Adamların dili tutulacaktı...Muazam bir servet onların oluyordu. Şaşırmışlardı... kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor gibisine önce birbirlerine sonra Süheyb, radıyallahü anhın, yüzüne baktılar...

-Doğru mu diyorsun ya Süheyb?

-Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve alacaklarım sizin olsun...

-Öyleyse çabuk kaybolun; biz sizi görmedik...

.....

Peygamberimiz, hadiseyi işitince aynı sözü iki kere tekrarladılar:

-Süheyb kazandı!.. Süheyb kazandı...

Ne güzel bir haber...

.....

İnsanlar gidiyor...

Gece karanlığında, gün ortasında, seher vaktinde elegeçen her fırsatta gidiyorlar...

...gittiler, gittiler, gittiler.

Herkes gitti...

Hazreti Ali,

Hazreti Ebu Bekr,

ve

Hazreti Peygamberden başka nerede ise kimse kalmadı.

Mekke müminden tamamen boşalmak; Medine taçlanmak üzere.

Az kaldı; Medine'nin taclanmasına az kaldı..

Efendimiz, "gidiniz" dediler; herkes gitti...

Hazreti Ebu Bekr; büyük dost...Allah'ın Resulüne soruyor:

-Ben de gidebilir miyim?

Efendimiz, aziz dostu yanlarından ayırmak istemiyorlar:

-Sabret. Öyle ümid ediyorum ki Allahü Teâlâ bana da müsaade edecektir. O vakit birlikte hicret ederiz, buyurdular...

Peygamber âşığı Ebu Bekr radıyallahü anh'ı bundan daha fazla sevindirecek bir haber tasavvur etmek mümkün mü? Sevinçten yüzü coşkun aydınlıklarla doldu:

-Ah, ne diyorsun ey Allah'ın Resulü? Anam babam uğruna feda olsun. Bu mümkün mü?

Peygamberimiz, aziz arkadaşını daha yüreklendiriyor.

-Evet; mümkün...

Hazreti Ebu Bekr, deve pazarına giderek tanesi dörtyüz dirhemden iki güzel deve satın alarak ahıra çektirdi. Maksadı izin gelince vakit kaybetmeden hemen yola çıkabilmek şimdi gözünde hem hicretin hem de Resulullahla birlikte gitmenin hasreti tütüyor. Bu hasretle dolu olduğu gecelerden birinde bir rüya gördü:

...ay gökten yere inmiş, Mekke'ye yakın bir noktada ışık saçıp duruyor. Ümmülkur'a sahrası onun nurundan gündüz gibi aydınlık...derken ay göğe çıkıyor ama tekrar yere iniyor; fakat bu defa Medine'ye iniyor. binlerce yıldız da onunla beraber Medine'ye iniyor. Şehir apaydınlık. Bir zaman sonra ay ve yıldızlar yine göğe çıkıyor ve oradan bir daha Mekke'ye konuyorlar. Mekke pırıl pırıl. Ne varki dörtyüze yakın ev bu aydınlıktan nasiplenemiyor; onlar karanlıklar içinde...Ay ondördüncü gecedeki gibi Mekke'nin etrafını dolaştıktan sonra Medine'ye yöneliyor. Bu şehirde Hazreti Aişe'nin evi önüne gelip kapıdan giriyor ve sonra toprağa süzülerek kaybolup gidiyor...

Hazreti Ebu Bekr, "Hayırdır inşaallah" diyerek derin uykudan sıçradı.. Rüya kendisine, nedense çok tesir etmişti...Bir zaman gözyaşlarını tutamadı; öylesine ağlıyordu. Sabah olunca meşhur bir rüya tabircisine gitti.... Adam, Hazreti Ebu Bekr'i ilgiyle dinledikten sonra anlattı:

-Ay, Peygamber, yıldızlar eshabıdır. Yıldızlar, Hazreti Peygamberle birlikte Medineye hicret etmekte fakat tekrar Mekke'ye dönmekteler. Bu, Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethedileceğine işarettir. Ayın Aişe'nin kapısına gelmesi Ebül Kasım'ın O'nunla evleneceğine, yere süzülmesi ise Medine'de vefat edeceğine delalet etmektedir. Karanlıklar içindeki dörtyüz evin mânâsı ise zaten açık.

Mekke'den Medine'ye göç, şu iki kelimenin tarih içinde ifadesini bulmasına ve bu kelimelerin unutulmaz bir mânâ ve şeref kazanmalarına sebep oldu:

Muhacirîn...

Ensar...

Muhacirin: Vatanlarını Allah ve Resulullah için terkederek Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler.

Ensar: Kardeşlerine kollarını açarak, o müminleri bağırlarına basıp acılarını paylaşan Medineli Müslümanlar...

Şimdi, Mekke müşrikleri tedirgin olmaya başlamışlardı; uykuları kaçıyordu. Hemen hemen bütün Muhammediler bir yolunu bulup Medine'ye geçmişti. Ne hapis, ne dayak, ne sevenleri birbirlerinden ayırma onları durduramamıştı. Gelen haberlere nazaran Medineli Müslümanlar, onları sevinçle karşılıyorlardı. Ya şimdi Peygamber de Medine'ye hicret eder ve bir kuvvet haline gelen Müslümanların başına geçerek Mekke'nin üstüne yürürse? Önünde sonunda olacak da budur. Müslümanlar, Medine'de bir kuvvet haline gelmiştir. Bu kuvvet, birgün elbette teşkilatlanacak ve yapılanların hesabını soracaktır.

....

Mü'minlerin mes'elelerini görüşüp fikir birliğine vardıkları istişare meclisleri olduğu gibi Mekkeli kâfirlerin du kurultaylarını yaptıkları bir yer var. Kusayy İbni Hakim'in evi; Darun Nedve.

Peygamberin Medinedeki Ensar ve Muhacirîn kuvvetlerinin başına geçme ihtimali Medine için fevkalade tehlike arzetmektedir. Bu yüzden Ebu Cehil başta olmak üzere Meysere Bin Haccac, Münebbih Bin Haccac, Nadr İbnil Hâris, Ukbe Bin Ebi Muayt ve diğer Kâfir büyükleri Darün Nedve'de toplanmış alınacak tedbirleri münakaşa ediyorlar...

Konuşmalar hararetli şekilde sürerken kapı açıldı ve içeriye Necdli bir ihtiyar kılığında İblis girdi:

-"Hah", dedi, öncekiler, "işte tecrübesinden faydalanacağımız bir pîri fani"

İblis, sırıttı. Bilmez bir saflıkla ve sanki oraya tesadüfen girmiş gibi sordu:

-Müşgiliniz nedir? Neyi tartışıyorsunuz?

....

Kâfirler, mes'eleyi ve muhtemel neticelerini, her birinin düşündüğü çareyi anlattılar. İblis, bunlardan ilk defa haberdar oluyormuş da düşünecek zaman kazanıyormuş gibi sahte bir filozof tavrı ile sakalını sıvazladı ve sesine inandırıcı bir ton vermeye çalışarak müthiş telkinini yaptı:

-Iıı. Bunların hiç biri çare değil. Zira O'ndaki güler yüz ve tatlı dil, her tedbiri boşa çıkarır. İşi kökten halletmelisiniz!

Ebu Cehil, îmayı derhal anladı. Kendisi de aynı fikirdeydi. Hazır böyle bir destek bulmuşken arkadaşlarını da bu fikre razı etmek için mantığının bütün imkânlarını seferber etmeliydi.

-Öyle anlıyorum ki ey ihtiyar, O'nu öldürünüz; başka tercihiniz yoktur diyorsun öyle mi...

-Evet, tutacağınız başka hiç bir yolla Muhammedden kurtulamazsınız..

Ebu Cehil kurultaydakilere döndü:

-Dinlediniz!.. Necdli zat "öldürün" diyor. Ya öldüreceğiz ya öleceğiz. Eğer biz, O'nu öldürmezsek, sonumuzun uzak olmadığı kanaatindeyim. Bunu böyle bilin.

Kaşlar çatılmış, yüzler gerilmiş, bakışlar donuklaşmıştı. Bir kıvılcımla tutuşacak hale gelmişlerdi.

...Ve Ebu Cehil; bu katmerli kâfir, emri vakiyi kabul ettirdi.

-Bu gece evinin etrafını saralım. Her kabilenin en iyi kılıç kullananı oraya gelsin. Yarın sabah dışarı çıktığı zaman, o, iyi kılıç çekenler, hemen üzerine hücum etsin ve muhtelif kılıç darbeleri ile öldürülsün...dedi ve sesini yumuşattı. Böylece kimin katlettiği belli olmayacağından akrabaları mecburen kısas yerine diyete razı olurlar. Biz de kan bedelini vererek bu büyük dertten kurtulmuş oluruz.

İblis, fikre bayıldı. Çünkü aslında teklifin özü kendisine aitti...ve nice zamandır böyle bir ânı beklemişti.

Putperestler, derhal Mekke'nin en gözüpek cengâverlerini bularak o gece mubarek evin etrafını sardılar. Maksatları, Ebül Kasım, bir yere kıpırdamasın ki sabah emellerine nail olalar...tabi gafiller bilmiyorlarki yüce Allah, izin vermedikçe hiç bir şeyin vukuu mümkün değildir. Cenab-ı Hak,kâinatı uğruna yarattığı aziz Sevgiliyi, kâfirlerin elinde kim vurduya getirecek!... Buna imkân varmı? Necdli libasına bürünmüş lanetli şeytan da, küfürde inatlı anlı şanlı Mekke asilzadeleri de bu ince noktayı muhakeme edemiyorlar. Zaten bunu kavrayabilseler her şey bitecek. Bu basirete malik olabilseler geriye ne kalır ki...ahmaklıkları zekâlarını örtmüş.

.....

O akşam, Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Peygamberimizin saadethanelerine gelerek ayeti kerime getirdi. Darün Nedve'de alınan karar, bütün tafsilatı ile Resulullaha haber verildikten sonra o gece evinde uyumaması isteniyor ve ertesi gün de hicret etmesi bildiriliyordu.

Emri ilahi üzerine Peygamberimiz, Hazreti Ali'ye:

-Ya Ali! izin geldi. Ben de hicret edeceğim. Medine'ye gidiyorum. Bu gece yatağımda sen yatacaksın. Örtüme sarın ve uyu; hatırına hiç bir şey gelmesin. Hiç korkma. Mekkelilerin bana bıraktıkları emanetleri yarın sahiplerine teslim edersin. İnşaallah Medine'de buluşuruz.

Dedi ve Yasin Sure-i Şerifesinin baştan oy ayeti kerimesini okuya okuya kapıya geldi; açtı, yerden bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine saçtı ve onların bakan, ama görmeyen gözleri önünde çıkıp gitti...Bu topraktan kimin üstüne düştü ise daha sonra Bedir cenginde O'nun canı cehennemi boyladı.

/Yâsîn. O, hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen Peygamberlerdensin! Dosdoğru bir yoldasın. Bu Kur'an da kudretiyle her şeye üstün gelen, rahmetiyle herkesi esirgeyen Allah'ın indirdiği bir kitabdır ki; ataları azabla korkutulmuş, bu yüzden; gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için sana indirilmiştir.

And olsun ki bunların çoğuna o azap sözü hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler. Gerçekten, biz, onların boyunlarına bu kağılar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler. Biz, onların önlerinden bir sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları öylece bıraktık artık görmezler./

Mekke müşrikleri hane-i saadetin önünde böylece saatlerce beklerken birisi ortaya çıktı ve "siz ne bekliyorsunuz" dedi. Onlar sebebini söyleyince o adam:

-Bana kalırsa beklediğiniz şahıs içerde değil, şu evdeki sakinliği görmüyor musunuz?

Deyince İslâm, Allah ve Resulullah düşmanları bu hesap dışı lafa sinirlenerek yalın kılıç kapıya yüklenip içeri doldular. Baskın üzerine zaten tetikte uyuyan Hazreti Ali, Efendimizin yatağından fırlayarak edepsizlerin karşısına dikildi...karşılarında bir arslan heybetiyle duruyordu.

Bir tarafta elleri kılıçla Mekke Kâfirleri; aradıklarını kaçırmış, planları altüst olmuş insanlar, diğer tarafta tek başına onlara karşı koyan Hazreti Ali...Gerginlik en zirve noktada. Azgınlar, Allahın arslanını tartaklamak istiyor:

-Ebûl Kasım nerede, nereye gitti, nereye saklandı; çabuk söyle!!!

Hazreti Ali soğukkanlı...

-Bilmiyorum. Siz bana böyle bir vazife mi vermiştiniz...

Hırstan kuduran zorbalar, Ali, radıyallahü anh, efendimizi gözaltına aldılar...

....

O gece Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselam ile Mikail aleyhisselama sordu:

-Hanginiz hayatını diğeri uğruna feda edersiniz?

İki büyük melek suali samimiyetle cevaplandırdılar:

-Ya Rabbi hiç birimiz hayatımızı diğerine bağışlamayız...

Allahü teâlâ buyurdu ki:

-Halbuki Ali, öyle yapmadı. O, Peygamberinin hayatını kendi hayatından aziz tuttu. Şimdi zordadır; yardımına koşunuz...

Hakikaten, Sevgili Peygamberimiz "Ya Ali. Yatağımda yat. Ben hicret edeceğim; gitme zamanım geldi" anlamında talimat verince, Hazreti Ali, her türlü korku hissine yabancı olarak denileni yaptı. Çünkü O, Peygamber uğruna ölmenin yaşamanın ana gayesi olduğuna tam iman etmişti. Hal böyle olunca kim, müşrikin kılıcından, hapsinden tehdidinden korkar... Nezarette bir mikdar kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Serbest kalır kalmaz da Efendimize bırakılan emanetleri sahiplerine götürdü. İşte bu ahlâk İslâmiyeti yüzyıllardan yüzyıllara taşıdı. O'na iman etmiyorlar; ama, mallarını emanet edecek tek insan olarak yine Muhammedül Emin'i görüyorlar. O üstün ahlak sahibi Peygamberin ise en zor ânında ilk hatırladığı şey emanetler. "Ya Ali emanetleri sahiplerine ulaştır!" Ve gerçekten Hazreti Ali serbest kalınca bir yolunu bulup kaçma yerine bu defa kendisine emanet edilmiş olan malları sahiplerine götürüyor...Bu ahlâkı, hangi kılıç yenebilir? Emanete titizlenen, en olmadık bir vakitte bile emaneti unutmayan görülmemiş bir üstün ahlâk.

Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız bir ânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...

Birisi Hazreti Ebu Bekr'e haber veriyor:

-Ebûl Kasım size geliyor. Haberiniz olsun...

Ebu Bekr, radıyallahü anh, hayrette kalıyor ve mırıldanıyor;

-Sevdiklerim yoluna feda olsun; acaba niçin bu öğlen vaktinde teşrif buyuruyorlar.

Zira; Efendimizin âdetleri, Ebu Bekr'in evine sabah veya akşam uğramak. Bu güne kadar hep böyle olmuş...Herhalde mühim bir şey var ki âdetlerini bozmuşlar.

Hazreti Ebu Bekr, kapıya fırlıyor:

-Buyur ey Allahın Resulü. Buyur. Hoşgeldin, şeref verdin.

-Yabancı kimse var mı?

-Hayır ya Resulallah...

....

İçeri girdiler.

Fahri kâinat apaydınlık bir ifade ile müjdeyi bildirdiler:

-Rabbimden haber geldi; hicret edeceğim.

Sâdık dost, heyecanlandı;

-Ayağının tozları başıma tac, gözüme sürme olsun ey Allah'ın Sevgilisi,ben; bana da izin var mı?

Tebessüm buyurarak yumuşacık cevaplandırdılar:

-Evet.

....

Ebu Bekr-i Sıddık sevinç ve heyecandan ağladı ve:

-Ya Resulallah, develer hazır, dedi. İstediğini alabilirsin.

Peygamberimiz:

-Bana ait olmayan deveye binmem...

Hicretin bütün nimetlerine kavuşmak için kendilerini taşıyacak bineğin parasını vermek istiyorlardı.Bu sebeple:

-Bedelini kabul etmeni rica edeceğim. dediler.

Tam teslimiyet sahibi büyük insan ne diyebilir?:

-Nasıl emrederseniz. Yeter ki mubarek gönlünüz hoşnud olsun.

....

Evi bir ânda bir heyecandır doldurdu...İşte yol azığı hazırlanıyor: Et, ekmek ve yola dayanıklı yiyeceklerden bir çıkın... Hatta Ebu Bekr'i Sıddık'ın kızlarından Esma, çıkının ağzını bağlamak için bir ânda belinden kuşağını çıkartıp ortadan ikiye yardıktan sonra bir parçasını tekrar beline bağladı; ikinci parça ile çıkının ağzını sıkı sıkıya sardı. Bu güzel günün ve bu güzel tezcanlılığın hâtırasına Esma radıyallahü anh'ın ismi o günden sonra "Çifte Kuşaklı Esma" oldu...Bir küçük bez parçası ile gönüller fethetmişti. Hem de son Peygamberin gönlünü...Ana zamanlama ne kadar isabetli, ne kadar denk.

....

....daha sonra Abdullah bin Üreyket'i çağırdılar. Meşhur bir kılavuz olan bu şahsın, gayrımüslim olmasına rağmen meslekî terbiyesinden dolayı sır verme ihtimali yoktu. Ücret üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra her iki deveyi üç gün sonra Sevr mağarasına getirmesi hususunda talimat verilerek yollandı...

Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız birânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...

Bilahare Hazreti Ebu Bekr'in çobanı Âmr bin Fehr'e güneş çekilince sürüyü otlatarak Sevr'e doğru getirmesi tenbih edildi ki koyunların sütünden yararlanalar.

Ebu Bekr'in oğlu Abdullah'ın vazifesi ise bilgi toplamak. Gündüz, müşriklerin arasında dolaşarak, konuşmalara kulak kabartacak; akşam olunca bunları mağaraya gizlenmiş olan Sevgili Peygamberimizle, babasına getirecek.

Bütün bu tedbirlerden başka Hazreti Ebu Bekr, yanına beşbin dirhem de para aldı. Safer ayının yirmiyedinci Pazartesi gecesi evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak parmakları üzerinde yürüyorlardı. Bazan da Ebu Bekr, ileri geri, sağ sola gidiyordu. İzler, takipçileri şaşırtsın; nereye gittikleri belli olmasın, diye.

....

Gözü dönmüş kâfirler, Peygamber Efendimiz yerine Hazreti Ali'yi bulunca her tarafı didik didik aramaya başladılar...ellerinden gelse kuş uçurtmayacaklar.Çünkü korkuyorlar; hem de çok korkuyorlar. Ya ellerinden kurtulur da Medine'yi arkasına alarak kendilerinden, yaptıklarının hesabını sorarsa?

....

Bu korkunun sevki ile girip çıkmadıkları yer kalmadı. Hazreti Ebu Bekr'in evine de geldiler. Kapıyı yumrukluyorlar:

-Ya Eba Bekr! Ya Eba Bekr! Peygamberin nerede? Ya Eba Bekr Peygamberin nerede?

Sese Esma, radıyallahü anha, geldi. Kapıyı açtı. Müşriklerin karşısında dimdik. "Ne istiyorsunuz?" Dercesine onlara bakıyor. Vakur ve heybetli. Soruyor:

-Efendim?

Müşrikler, Eba Ber efendimizi bulacakları zannı ile gelmişler; başka bir sürpizle sarşılaşıyorlardı. Şimdi Ebu Bekr de yoktu. Hakaret edercesine sordular:

-Baban nerede?

Sualin üzerinden kurşun gibi ağır bir-iki saniye geçti:

-Bilmiyorum.

der demez Esmacığın gül yüzüne şiddetli bir tokat ve sert tokatın sarsması ile küpesi yere uçtu...

.....

Vaziyet anlaşılmıştı. Ebül Kasım, Ebu Bekr'i de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebu Kürz'ü buldular. Bir kâfir konuşuyor:

-Ya Eba Kürz. Muhammedle Eba Bekr kaçmışlar!

Diğeri lafı kaptı.

-İstikbal iyi görünmüyor. Onları mutlaka bulup geri getirmemiz lâzım.

Üçüncü müşrik diş gıcırdattı:

-Ne getirmesi! Gördüğümüz yerde işlerini bitireceğiz.

Ebu Kürz, kafasından boca edilen bu haberlerle aptallaşmıştı. Bir ona bir diğerine bakıyordu.

Azgın bir müşrik, hançeresini yırtarcasına Ebu Kürz'e bağırdı:

-Bre ahmak ne duruyorsun kımıldasana!

-He, he, hemen. Hemen yola çıkalım, haydi...

Sevr mağarasına yaklaştıklarında Peygamberimizin nalini parçalanmış mubarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebu Bekr, Kâinatın Sultanını sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi.

Ay, her tarafı gündüz gibi aydınlatıyordu.

Aziz dost, Efendimizden müsaade rica ederek mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı, yılan, çiyan gibi haşerat varsa onları zararsız hale getirmekti.

Mağaranın içinde her hangi bir haşerat görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekr, radıyallahü anh, gayet pahalı bir kumaştan dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı. Az sonra bütün delikleri tıkamış fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.

Bu son deliği de ayak tabanı ile kapattıktan sonra Resulullahı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş olan Sevgili Peygamberimiz, arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Serveri âlem böylece uyurken bir nice zamandır Peygamberimizi görme arzusuyla bu mağarada bekleyen bir yılan, dışarıya çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden Hazreti Ebu Bekr'in ayağını soktu. Ebu Bekr'in canı öylesine yandı ki kendini ne kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı. Gayri ihtiyari akan damlalardan bir ikisi de Efendimizin mubarek yüzünü ıslattı....hemen uyandılar ve yarı-ı ğara/mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.

-Yılan dedi, Hazreti Ebu Bekr, ayağımı yılan soktu ya Resulallah...

Sevgili Peygamberimiz, yaraya mubarek tükrüklerinden birazcık sürdüler; acı derhal dindi.

.....

Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki müşrik gurubu Sevr'e çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı...

-Ey Ebu Kürz nerde kaldı senin hünerin? Hâlâ bulamadık.

-Yanılıyor olmayasın. Bu izlerin yeni olduğundan emin misin?

-Şüpheniz mi var?

-Eminsin yani.

-Evet, eminim. İşte bakın mağaraya doğru çıkıyor. Yukarı tırmanıyoruz. Takip edin beni. Ben, demedim mi, "kimse elimden kurtulamaz" diye.

.....

Mekke müşrikleri, Resulullah'la arkadaşı Ebu Bekr'in saklandıkaları Sevr mağarasına tehlikeli şekilde yaklaşırken Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Allahü Teâlâ'ya bir dileğini sundu:

-Ya İlâhî. Şayet müsaade buyurursan mağaranın ağzını kunutlarımla kapatmak istiyorum. Düşmanları Habibinle Ebubekr'e iyice yaklaştılar.

Rabbimizden nida geldi ki:

-Ya Cebrail! Saklamak/settarlık bana mahsusdur. Ben, sevdiklerimi küçücük bir örümcekle düşmanlarının gözünden saklayacağım.

.....

Mağara ağzına gelen bir örümcek, çok kısa bir zamanda kapıyı ağları ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin, bu ağlara hemen bir yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı. Ve kapının önünde âniden "Mugilan" isminde bir ağaç yükseldi...

...derken, Allah düşmanları, yirmi metre kadar yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı...

-İşte aradıklarınız bu mağarada olmalı. Daha öteye gidemezler.

-Aferin Ebu Kürz. Sözlerin doğru çıkarsa mükafatı fazlası ile hakettin demektir. Ama orada da yoklarsa.

-Canım ne yapayım. Ben saklamadım ya...

Sesler yaklaşıyordu.

.....

İkinin ikincisi çok üzüldü ve göz yaşlarını zaptedemez oldu.

-Niçin ağlıyorsun kardeşim?

-Ya Resulallah, korkum kendim için değil. Şayet hazretinize bir zarar gelirse İslâm dîni mahvolur. Bu müteesser oluyorum.

Efendimiz Sıddık'ı tesseli buyurdular.

-Hayır, üzülme. Allahü teâlâ bizimle beraberdir.

-İşte mağaranın ağzına dayandılar; eğilseler bizi görecekler...

En kritik ân. Ancak, tevekkülde de zirve nokta. Peygamberimiz Rabbinin himayesinden en ufak bir ümidsizliğe düşmeden arkadaşına cesaret telkin ediyor. İşte tarihe altın harflerle geçen unutulmaz cümle:

-Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar veremez..

Ebu Kürz Bin Alkame, şaşkın ve neş'esi kaçmış halde konuşuyor:

-İzler buraya kadar...Ya yere girdiler; ya göğe uçtular. Garip; çok garip!...

-Ee, belki içerdelir...diye fikir yürütenlere

Ümeyye bin Halef,cevap verdi:

-Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebul Kasım'ın doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş, yumurtalar yere düşmüş olurdu...

...Bunlar cereyan ederken insan gözünün ötesinde de bir mücadele oluyordu. İblis, kâfirlere yardım etmek isteyince, Cebrail, kanadı ile O4na öy le bir darbe indirdi ki yerin dibini boyladı. Son nefeste, Şeytan, mü'münin kalbinden imanı almak isterken de benzeri akıbete uğrayacaktır. İşte o akıbeti önce burada tattı...

.....

-Hadi hadi! Bırakın şimdi ağı, kuşu, yumurtayı. Ebul Kürz biz de sin bir adam bilirdik....

-Neyim ya?

-Adam olsan izlerini bulurdun.

-Ne yapayım? İzler buraya kadar...

-Kolundan tutarsam aşağı fırlatırım seni Ebu Kürz sus bari...

.....

Ayaklarının altında yuvarlanan taşlarla birlikte çekip gittiler...

Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın ve aramaktan vazgeçsinler diye mağarada üç gün üç gece kaldılar. Abdullah, tanbih edildiği gibi gündüz Mekke kâfirlerinin arasına girip çıkarak bilgi topluyor; akşamları gelip bunları haber veriyordu. Hazreti Ebu Bekr'in çobanı da sürüyü otlata otlata akşamdan sonra mağaraya yaklaşıyor ve koyunlardan süt sağarak iki mağara arkadaşına ikram ediyordu. Sütü çöl güneşinde kavrulmuş taşların çukurunda ısıtıyorlar...

.....

Ve iki seçilmişin ikincisine Efendimizin ince İslâmi bilgileri talim ettirmeleri... Ebu Bekr, diz üstünde; dil damakta; Yüce Allah zikredililyor.

....

Mağaradan sağ salim çıkabilecekleri kanaati hasıl olunca, Efendimizin talimatı ile amir Bin Fuhre ve Abdullah bin Üreyket develeri getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne düştüler; diğerine de Peygamberimiz bindi ve terkisine Hazreti Ebu bekr'i aldı...

Mekke kapır kıpır. Herkes aynı şeyi konuşuyor.

-Hiç bir yerde bulamamışlar.

-Hayret. İzler Sevr mağarasına kadar gidip kayboluyormuş..

-Herhalde Muhammedin sihirlerinden biridir..

-Ebu Kürz bin Alkame de bulamadğına göre; başka izahı olamaz.

-Ebu Kürz tazı gibidir. Müthiş iz sürer ama bu defa hiç bir şey yapamamış.

-Bu yüzden bizimkiler bayağı tartaklamışlar.

-Eh ne yaparsın. Herkesin canı burnunda. Şu gelen Ebu Cehil değil mi?

-Evet o; hâlâ mağrur...

-Merhaba, kolay gelsin...

-Buyur ya eba Cehil, şöyle gel. Meclisimiz şenlensin..

-Ağzımızda tad mı kaldı ki şenlik olsun. Bir cemiyet altüst oldu...

Şimdi de bulunamıyor. Fakat bulunacak.

-Çok eminsin.

-Çünkü bugün yeni bir karar aldık. Bulana yüz deve ilaveten mal ve para verilecek.

-Ooo, büyük servet...

.....

Muhterem ve muhteşem yolcular, gece boyunca dağ yolundan gittiler. Hacfe denilen yerde sahile indiler. Artık müşrik tehlikesi kalmamıştı...

Şimdi, çocukluk, gençlik, olgunluk yıllarının geçtiği; bin türlü hatıranın yetiştiği bir vatan arkada bırakılarak yeni ufuklara, yeni yurdlara doğru gidiyorlardı...

Sevgili Peygamberimiz, Mekke, iştiyakı ile derinden bir "ah" çektiler.

-Ey Mekke! Vallahi sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı; indi ilahide en sevgili şehirsin. Eğer beni senden zorla çıkarmasalardı; imkânı yok ayrılmazdık. Benim için en güzel, en makbul vatan sensin. İnsan, hiç kendi iradesiyle senden ayrılıp yeni yurdlar edinir mi? Ah Mekke, ah güzel belde...

Cebrail aleyhisselam geldi...

-Ya Resulallah Mekke'yi mi özledin?

-Evet..

Vahiy Meleği, Mekke'nin İslâm orduları tarafından fethedileceğine dair Kasas Suresi seksenbeşinci ayeti kerimesini müjdeleyerek Resulullah'ın mahzun gönlüne serin sulan serpti...

.....

Kudeyd'e vardıklarında erzakları tükenmişti. Hazreti Ebu Bekr:

-Ya Üreyket! Yiyeceğimiz, içeceğimiz kalmadı. Bak şu ileride bir çadır var.

-Evet, hemen önümüzde sayılır.

-Kapısında da bir ihtiyar hatun görünüyor.

-Ha o mu? O'na Ümmü Mabed derler.

-Sor bakalım! Et, hurma içecek ne varmış...bedelini vermeyi ihmal etme...

-Peki, hemen geliyorum; diyen Üreyket devesi ile ileri atıldı.

.....

-Ana, merhaba!

-O, Üreyket yine mi sen? Buraları su yolu yaptın bakıyorum.

-Ee, ne yaparsın ekmek parası...

-İyi iyi; hiç değilse sayende biz de arada bir insan yüzü görüyoruz..

-Ama bu defaki insanların benzerini görmedin ve göremezsin...Yiyecek içecek ne var ana, hurma , et, süt? Ama parasını alman şartıyla kabul edebilirim.

Ümmü Mabed sitem etti:

-Deliye bak! Hem kıymetli kimseler; hem para; Onlar benim misafirim sayılır; ama....dedi ve derin bir iç geçirdi:

-Ohh...Şu sıra buralar yer demir, gök bakır. Ne Süt, ne et- ne hurma var.

-Sahi mi diyorsun ana...

-Ne yazık ki sahi.. Eli hep vermeye alışmış bir insana "Yok" demek ne kadar ağır geliyor bilir misin?

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem ile yol arkadaşları da yanlarına gelmişlerdi...

Ebu Bekr:

-Merhaba Hatun. N'oldu Üreyket ne aldın?

Ümmü Mabed:

-Hoşgeldiniz bey. Maalesef hiç bir şek ikram edemedim. Şu aralar buralar kavruluyor. Bir şeycik yok.

-Hurma da mı yok?

-Üreyket:

-Bu çevrede kıtlık hüküm sürüyormuş. Ümmü Mabed, çok cömert bir hanımdır, ikramlık bir şey olsaydı bizi yedirip içirmeden, imkânsız, göndermezdi...

Efendimizin gözüne çadırın yanında bağlı olan sıska bir koyun çalındı...Sordular:

-Ey Ümmü Mabed. O koyun niçin şurada bağlı?

-Çok hasta ve zayıf, sürüyle gidemedi...

-Sağmama müsaade eder misin?

-Feda olsun ama; hiç sütü yok ki!

-Olsun. Bir kab rica ediyorum...

Sevgili Peygamberimiz, hayvanın yanına gelerek bereket vermesi için Allahü Teâlâya dua ettiler. Koyunun memeleri bir anda sütle doldu. Besmele çekerek sağmaya başladılar; dolan kabı önce Ümmü Mabede, sonra Ebu Bekr ve öbürlerine ikram ettiler; en son kendileri içti... Herkes kana kana içmişti...

Sonra:

-Ey Ümmü Mabed! Çadırdaki en büyük kabı getirir misin?

Buyurdular.

Şaşkınlıklar içinde kalan kadıncağız, denileni yaparak; Resulullah'a koca bir güğüm uzattı. Peygamberimiz bunu da doldurarak sahibine teslim ettiler...

Efendimiz ve arkadaşları, içtikleri sütün bedelini Ümmü Mabedin ısrarlarına rağmen ödeyerek yola devam ettiler.

Ebu Bekr:

-Allahaısmarladık Ümmü Mabed. Allah, cömertleri mahrum bırakmaz.

-Güle güle. Bu işde bir hikmet var. Güle güle...

Yolcular uzaklaşırken güngörmüş kadıncağız hâlâ hayretteydi "Beşer kudretini aşan bir taraf var bu işde". Evet, Ümmü Mabed, haklı. Hakikaten inasn kudretinin üstünde bir hadisenin şahidi olmuş; bir mucizeyi görmüştü.

Aradan çok geçmeden Ebu Mabed geldi ve sıhhat bulmuş koyunla süt dolu göğümü görünce hanımına sordu:

-Bir fevkaladelik görüyorum. Bu hasta koyun nasıl iyileşti? Bu sün ne?

Ümmü Mabed, olup biten ne varsa her şeyi bütün tafsilatı ile anlattı...

Ebu Mabed, çok heyecanlandı:

-Nasıl biriydi, şekli şemali nasıldı?

Ümmü Mabed:

-Aydınlık yüzlü ve kibar bir insandı. Halinde bir başkalık var. Menkıbelerini dinlediğimiz geçmiş Peygamberlere benzer bir hâli var sanki...kimbilir belki de bana öyle geldi...

Anlaşıldı... O, Kureyş'den çıkan Peygamber. Burada olsam O'na tabi olurdum. Keşke daha evvel gelseydim. Dedi ve devam etti:

-...devem nerede?.. Onları muhakkak bulacak ve getirdiği dine gireceğim....sen bir mucizeyi yaşamışsın ama farkında değilsin..

...Allahın hikmeti bazıları O'nu katletmek hırsıyla izine düşerken bazıları da Müslüman olmak için ardınca koşturuyordu. Nitekim, Ebu Mabed, Rim denilen mevkide Efendimize yetişti; hurmetlerini arz ederek kendini tanıttı; ve eshan-ı kiram'dan olmakla şereflendi...

Döndüğünde Ümmü Mabed de kocasından İslamiyeti öğrenerek hidayete erdi.

.....

Resulullaha süt veren o eski sıska koyun mu?

Ta Hazreti Ömer'in Hilafeti zamanında vuku bulan kuraklık gönlerine kadar yaşadı. Sütü hiç bir zaman kesilmedi.... Hep süt verdi durdu...

.....

-Hey Süraka! Haberin olsun bu salı toplantımız var. Herkes iştirak edecek. Sen bilhassa gelmesilin..

-Neymiş o herkesin katılacağı mühim toplantı?

-Hani şu Kureyş kabilesinden çıkan biri var ya. Peygamber olduğunu söylüyormuş...

-İşittim...

-Bütün taraftarı Medine'ye geçtikten sonra kendisi de ortadan kaybolmuş.

-N'olacaktı ya? "İşte ben geldim. Düşündüğünüz ceza neyse verin" mi diyecekti? Bunu mu bekliyorlarmış?

-Bırak şimdi eğlenmeyi. Kureyş bulana veya bulanlara yüz deve ve bir sürü mal ve nakdî mükafat vaad ediyor.

-Tabii vaad eder. "Medine yarın İslam Devleti olursa" diye yürekleri küt küt atıyor.

-Bütün Müdlicoğulları gelecekler. İhmal etmemelisin.

-Etmem etmem. Hadi bana müsaade...

.....

Süraka bin Malik, Müdlicoğulları aşiretindendi. Yaman at sürerdi. Kudey'de ikamet ediyordu. Toplantı bu kasabada yapılacağına göre niçin iştirak etmesindi...

Ancak, İlahi cilve O'nu yolda karşılaştığı bir Müdlicoğlunun ısrarla "gel" diye tenbih ettiği Salı meclisine gitmekten alıkoydu...

Süraka, oradan ayrıldıktan sonra bir kaç dostuna rastladı. Oturmuş şuradan buradan konuşuyorlardı ki...bir Kureyşli çıkageldi:

-Hey Süraka! Ben az evvel sahil yolunda deve ile giden bir kaç insan karaltısı gördüm. Mamafih aramız bayağı uzaktı ama öyle tahmin ediyorum ki onlar Muhammed ve adamları...

-Hayır dedi, Süraka, ben şimdi o taraftan geliyorum. Dediğin yolcuları gördüm. Alâkasız insanlar.

-Emin misin?

-Canım gördüm, diyorum. Ötesi var mı?

Süraka, ne o tarafa gitmiş, ne de onları görmüştü. Bu Kureyşlinin haberi, birden zihninde bir fikrin çakmasına sebep olmuştu: "O yüzden bu lafları uydurmuştu. Nitekim orada biraz oyalandıktan sonra bir bahane ile kalkıp evinin yolunu tuttu.

Hemen hizmetçisine atını hazırlattı ve O'nunla vadinin arkasına gitmesini söyledi. Kendisi de mızrağını yanına alarak başka bir yola çıktı. Mızrağın temreni parlayıp dikkat çekmesin diye yere doğru tutuyordu. Biraz sonra hizmetkârının olduğu yere geldi; ve sür'atle atına binerek derhal gözden kayboldu...Atı o kadar hızlı sürüyordu ki, adamcağızın ağzı açıkta kaldı; efendisine n'olmuştu böyle...

.....

Hadi kızım, hadi daha hızlı. Hadi...yüz deve biliyor musun, yüz deve. Müthiş servet. Yüz deve paralar...mallar!

Süraka, çatlatırcasına koşturuyordu. Sanki rüzgârla yarışa çıkmıştı...

-Hadi, kimseler ayıkmadan biz onları yakalayalım, hadi, hadi, hadi....

.....

-İşte izleri. Şimdi geçmişler belli. Hadi kızım ter içinde kaldın ama, sen cins arap atısın. Bu mesafeler sana vız gelir. Yaklaşmış olmalıyız. Hadi....Ha...İşte oradalar!

.....

Efendimiz ve arkadaşları, her adımda biraz daha yaklaşın kılıçlı, mızraklı suvariyi çoktan farketmişlerdi. Ancak Peygamberimizde hiç bir telaş eseri yoktu. O, sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an-ı kerim okuyordu..bir ara şöyle bir dönüp gözucuyla baktılar.

...Ki Süraka, atının başı üzerinden aşarak kumlara yuvarlandı...Ama hırsla atın üzerine fırladı ve yine mahmuzlamaya başladı. O kadar yaklaştı ki, Şanlı Peygamberin tilavetini işitiyordu.

Ebu Bekr, radıyallahü anh, gözyaşlarını tutamaz oldu. Efendimiz süal buyurdular:

-Ey kardeşim niçin ağlıyorsun?

-Ey Allah'ın Resulü! Kendim için asla tasalanmıyorum; endişem sizden yana...

Bütün zaman ve mekânların en üstün kul ve peygamberi sükunetle cevap verdiler.

-Düşmandan dolayı gam çekme; dost bizimledir...

Süraka, saldıracak mesafeye girmişti. Bir nara attı ve:

-Ya Muhammed! Şimdi seni kim koruyacak? diye bağırdı...

Peygamberimiz:

-Cebbar ve Kahhar olan Allah!

Dediler ve ellerini semaya açarak dua buyurdular?

-Ya Rabbi! Bizi düşmanın şerrinden ne ile dilersen O'nunla muhafaza buyur.

...der demez Sürakanın atı diz kapaklarına kadar kuma gömüldü.

İşte bu beklenmedik bir şeydi.

Süraka ne kadar uğraştıysa nafile. Atı kumdan çıkaramıyordu. Hayvan, müthiş şekilde huysuzlanmış; kişneyip duruyordu. Suvari, tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılmıştı. Kendisi de at da terden su içinde kalmışlardı.

Biraz evvel kocaman laflar eden adam şimdi can derdine düşmüştü:

"Ya Peygamber, beddua eder de kendisi atıyla beraber diri diri yere gömülürse"...korkunç bir şey bu. Düşünülmesi bile hayalleri cayır cayır yakan dehşetli bir manzara...

-Pişman oldum... Size hiç bir kötülüğüm dokunmayacak. Çekip gideceğim. Sizi gördüğümü kimseye söylemeyeceğim! N'olursunuz kurtarın beni; ocağınıza düştüm kurtarın...

Bütün insanlığı kurtarmaya gelen merhamet ummanı büyük Peygamber, ufukları yırtan bu yalvarışa dayanamadı:

-Yarabbi. Eğer doğru söylüyorsa halâs eyle...

At, bir iki silkinip zorlandıktan sonra kurtuldu. Hayvanın ayaklarının çıktığı yerden göğe doğru ateş dumanı yüksele yüksele mavi derinlikte eriyip gitti.

Süraka, aziz yolcuların yanına geldi:

-Yanımdaki bütün yiyecekleri size vermek istiyorum. Ayrıca şu oku alın. İlerde benim çobanlarımı göreceksiniz. Onlara bunu göstererek istediğiniz deveyi alabilirsiniz, dedi.

İki cihan sultanı:

-Hepsi senin olsun! İhtiyacımız yok! Müslüman olmadıkça hiç bir şeyini kabul etmeyiz. Bizi gördüğünü gizle yeter.

-Bundan sonra size zarar verecek hiç bir hareketim olmayacaktır. Ayrıca bu tarafa gelmiş isteyenleri de başka yönlere sevk edeceğim. Buna söz veriyorum. Ama bir isteğim var. Bana lütfen bir aman vesikası veriniz ki dilediğim zaman yanınıza gelerek müslüman olabileyim...

Peygamberimizin emriyle Âmir bin Führe bir deri üzerine "Emanname" yazarak Süraka'ya verdi.

.....

Mekke'nin fethinden sonra Resulullah, Huneyn gazasından dönerken Süraka, Efendimize bu "Emenname" ile gelerek iman edecektir.

Peygamberimiz, Süraka, radıyallahü anh'ı kabul ettiğinde:

-Ya Süraka nasılsın? Şu ân Kisra'nın bileziklerini takındığını görür gibiyim, demişlerdir.

O gün Resulullahın bu sözleri anlaşılmamış; Hazreti Ömer zamanında koca İran devleti fethedilip Kisra'nın eşyası ganimet malı olarak Medineye getirildiğinde Süraka, Kisra'nın bileziğini takınırken mucizenin sırrı çözülmüştür.

.....

Süraka, geldiği yoldan geri dönerken bir gurup Kureyşli atlıyla karşılaştı:

-Hey Süraka nereden böyle?

-Şu sizin peygamberle arkadaşlarını arıyorum, malum ya yüz deve mükafat var.

-Bizim Peygamber mi; bizim düşmanımız O. Ee, N'oldu göremedin mi?

-Görmek bir yana, izlerini bile bulamadım. Hadi gerö dönün. Bu tarafta boşa vakıt harcamayın...

.....

Süraka sözünde durmuş ve büyük dâvânın büyük yolcularının rahat nefes almalırına vesile olmuştu.

....

Ebu Cehil, daha sonra Süraka olayını işitince O'nu hicveden bir kıt'a şiir söylemiş; Süraka da bu azgın din düşmanına yine şiirler karşılık vermişti. Keza Hazreti Ebu Bekr, radıyallahü anh, dahi bu tarihi ve unutulmaz vak'ayı bir kaside ile nazmeylemiştir.

....

Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşları bir zaman gittikten sonra bir çobanla karşılaştılar. Karınları acıkmıştı. Çobandan süt satın almak istediler;

Çoban:

-Sağılacak koyunum yok. Bir keçi var; onun da sütü kalmadı, dedi.

Efendimiz, çobandan keçiyi getirmesini rica ettilir. "Acaba ne yapacaklar" odercesine, çoban şaşkınlıkla hayvanı yanlarına getirdi. Peygamberimiz dua okuyarak keçiyi sağmaya başladı; bir kab doldu. Bunu Ebu Bekr, Âmir ve Abdullah'a içirdiler. Sonra yine sağdılar; bu defa da kendiler içtiler. Çobanın aklı başından gitmişti...

-Kimsin, daha evvel gördüğüm insanlara benzemiyorsun. N'olursun kendini bana tanıt...diye yalvarınca; Peygamberimiz tebessüm ettiler.

-Bir şartla. Kimseye söylemeyeceksin!...

-Söylemeyeceğim...

-Ben, Allahın Resulu Muhammedim...

-Haa! Kureyşin, "dininden döndü" dediği adam.

-Sen onlara aldırma. Nefslerine hoş geldiği için öyle söylüyorlar...

-Ne derse desinler. Şu yaptığını ancak bir Peygamberden sadır olabilir. Bu sebeple Hak Peygamber olduğuna bütün kalbimle şahadet ediyorum...Eğer müsaade ederseniz ben de sizinle gelmek isterim...

Efendimiz:

-Şimdi olmaz. Sonra gelirsin, buyurdular.

.....

Amîm mevkiine vardıklarında Büreyde bin Husayb ve yetmiş akrabası, önce muhalifken; sonra Sevgili Peygamberimizin tatlı diline hayran kalarak Müslüman oldular. Bu yeni Müslümanlar atlıydı... Ve Resulullahın müsaadesi ile hepsi şanlı muhacirlerle iltihak ederek onlarla beraber Medine yoluna devam ettiler.Yatsı namazı bunlarla birlikte geniş bir cemaatle kılındı. Büreyde, o gece Peygamberimizden Meryem Suresinin baş tarafından bir mikdar öğrendi.

.....

Sabah olduğunda Büreyde, radıyallahü anh,:

-Ya Resulallah Medine'ye bayraksız girmeniz uygun olmaz.

Diyerek bembeyaz sarığını çıkarıp mızrağına taktı ve tâ Medine'ye girene kadar kafilenin önünde öylece yürüdü...

...Ve işte ilk İslam Bayraktarı Hazreti Büreyde hakkındaki Peygamber müjdesi:

-Ey Büreyde. Benden sonra bir şehre gideceksin ki orayı kardeşim Zülkarneyn bina etmiştir. O şehre Merv derler. Sen Kıyamette o bölgenin nuru ve oralıların öncüsü olacaksın...

.....

Resulullahın Medine'ye hicret için yola çıktığı işitilmişti. Bu sebeple Ensar, birkaç gündür Medine dışına kadar geliyor ve sıcak iyice bastırana kadar Peygamberin yolunu gözleyip geri dönüyorlardı...

Rabiül evvel ayının sekizinci Pazartesine 622 Miladi senenin 20 Eylül günü kuşluk vakti insanlığın kurtarıcısı Büyük ve Şanlı Peygamber, yol arkadaşlarıyla beraber Medineye bir saat mesafedeki Kuba köyüne girdiler. Hicretin bu birinci Pazartesi Müslümanlar için Hicri Şemsi yılbaşı oldu.

Aynı senenin onaltı Mayısına denk gelen Muharrem ayının birinci gününün Hicri kameri yılbaşı olarak kararlaştırılması ise Hazreti Ömer zamanında olacaktır...

Hicret'de insanlığın baştacı ellidört yaşında bulunuyordu.

Bu seneye "senetül izin" izin yılı denilir.

Külsüm Bin Hidun, radıyallahü anhın evinde konakladılar...

Sevgili Peygamberimiz Kuba'da kaldıkları zaman zarfında Kuba Mescidini yaptırdılar. Temele ilk taşı koyan bizzat kendileri. Bu sebeple Mescid-i Kuba, Kur'an-ı Kerim'de Tevbe Suresi'nin 108. ayeti kerimesinde; "...temeli takvâ üzre atılan mescid" diye övülmektedir.

O Kuba ne kadar bahtiyardır ki ilk mescid kendi toprağında yükselmiştir.

Mekke'de üç gün kalan Hazreti Ali, Emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra gündüz saklanıp gece yol alarak Kuba'ya geldiğinde ayakları şerha şerha yarılmış kanıyordu. Öyle ki Kuba'ya kadar gelmiş, ancak artık Resulullahın huzuruna çıkacak mecali kalmamıştı. Bunu işiten Efendimiz, kendileri Ali, kerremallahü vecheh, efendimize gelerek O'nu göğüslerine bastırdılar ve ayaklarını elleri el sığayarak dua ettiler.

-İnsanların öyleleri vardır ki Allahü teâlâ'nın rızası için nefsini feda eder.

Bekara Suresi 207 Ayeti kerimesinin Hazreti Ali'nin hayatını hiç tereddüt etmeden Peygamberi uğruna kahramanca ortaya koyması üzerine geldiği söylenmiştir.

....

Sevgili Pegamberimiz ve yüz kadar refakatçi bir Cima sabahı Kuba'dan ayrıldılar.

Kuba vadisinde Rânûna denilen yere geldiklerinde vakit öğlendi. Bu esnada Cuma namazı kılmak farz oldu. İlk Cuma namazı bu mevkide kılındı ve ilk hutbe de Resulullah tarafından burada irad buyuruldu:

-Ey insanlar. Hayatta iken ahiretiniz için tedarik görünüz. Cenabı hak, kıyamet günü soracak ki: Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın? O kimse sağına soluna bakacak bir şey görmiyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmiyecek. Öyle ise her kim, kendisini velevki yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin; onu da bulamazsa bari güzel sözle kendini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir.

.....

Evet; özet olarak ilk hutbe...

.....

İlk hutbeyi okuduktan sonra ikinci hutbeyi buyurdular:

....Allah'a hamd ederim ve ondan yardım isterim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allahın hidayet ettiğine kimse kötülük yapamaz, Allahım istemediğine de kimse hidayet edemez. Kelamın en güzeli kitabullah'dır. Kur'an-ı Kerim, kelamların en güzeli ve en beliğidir.Allahın sevdiğini seviniz. Allahı canü gönülden zeviniz. Allahın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Kelamullah, her şeyin âlâsını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve haram ve helali beyan eyler. Allaha ibadet ediniz ve O'na bir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız.

Aranızda kelamullah ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü teâlâ ahdini bozanlara gazap eder...

.....

Hutbenin son cümlesi, anlayanlara gerekli işareti veriyor ve "dikkatli olunuz" diyor. Çünkü Ensar, Akabe'de Sevgili Peygamberimiz, Medineye geldiği takdirde O'nu korumak hususunda teminat vermiş ve yemin etmişlerdi. Şayet onlar da bir hata işlerlerse bu kendilerinin de, insanlığın da aleyhine olurdu. Mesele bu çapta hassastı.

.....

Medine eşrafı, Kubaya kadar gelerek Resulullahı karşılayıp "Hoş geldiniz" demişlerdi; şimdi birlikte medine'ye dönüyorlardı. Bunlardan biri de meşhur şair Hasan İbni Sabit, radıyallahü anh'dır. Efendimizin hicretine dair bir kaside yazmış; şükür ve sevinci dila getiren bu şiiri Allah'ın Peygamberine takdim etmişti:

Sizden iyisini görmedi gözler asla

Sizden güzelini doğurmadı analar

Her ayıp ve kusurdan uzak yaratıldınız

Sanki...Nasıl dilediyseniz öyle yaratıldınız.

.....

Medinei Münevverede; aydınlıklar ve ayadınlar beldesinde ahali kadın, erkek, çoluk, çocuk yollara pencereler dökülerek, ağaçlara, damlara çıkarak Resulullahın teşrifini gözlemeye devam ediyorlar.

...bütün şehir tek vücut ve tek kalb olmuştu. Her evde ve herkesde aynı me'ud heyecan hakimdi. Kadirşinas Medineli O'nu, Allah'ın sevgilisini bekliyordu; O'nu bağrına basacak, O'nu başına tac, gönlüne sultan yapacaktı.

.....

-Geliyorlar... İşte... Resulullah geliyor!

Haberi ile Medine ayağa kalktı.

Herkes koştu en temiz urbalarını giydi, çocuklara en yeni kıyafetleri yakıştırıldı, erkekler atlanıp silahlandı...Medine tam bir bayram havasına girdi... Ensar, Medineliler sevinçten ağlıyorlar.

Peygamber devesi Kusva, üzerinde Resuller Resulü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olduğu halde ahenkli adımlarla ilerlerken kadın ve çocuklar, bir kaside söylüyorlardı ki belki de o ânı en güzel bu şiir terennüm ve tarif eder. Bir de Enes bin Malik radıyallahü anh'ın şu sözü:

-Resulullah'ın Medine-i Münevvereye girdiği gündendaha güzel ve neş'eli birgün görmedim.

...Evet, Sevgili Peygamberimizi karşılayan bahtiyar insanları dinliyoruz:

TALEAL BEDRÜ

Taleal bedru aleyna

Minseniyyeti-l veda'

Vecebbeşşükrü aleyna

Mâdeâ lillahi de'a

Eyyühel meb'usu fîna

Ci'te bilemril muta'

Ci'te şerraftel medîne

Merhaben yâ hayreda'

Ente şemsun, ente bedrun

Ente nûrun âlâ nûr

Ente misbe hassüreyya

Ya habîbi, ya Rasul

Kadle bisnâ sevbe izzin

Ba'de esvâbı-rrika'

Vereda'nâ sedye mecdin

Ba'de ayyâm-iddeya'

Kalet ehmâru-ddeyâcî

Kulli erbâbil İslâm

Küllü men yetbe' Muhammed

Yenbağî en lâ yüdâm

Veteâhednâ cemîen

Yevme eksemne-l yemîn

Lennehûne-l ahde yevmen

Ve-ttehazne-ssadkadîn

Lestü vallahi neziyyen

Mâ yukasihi-l ibâd

Meşheden yâ necme emnîn

Zû vebâin ve vidâd

 

mum

Üye
Fahri Üye
Katılım
20 Mayıs 2014
Mesajlar
8,812
Tepkime puanı
10
Puanları
131
Konum
Ankara
AY DOĞDU ÜSTÜMÜZE
Nerde kaldın sevgili, gözlerimiz yoruldu

Ufuklar haber verin kanadımız kırıldı...

Kuşlar, yalvarıyoruz, bize müjde getirin

Nerde kaldı sevgili, yüreğimiz kavruldu...

Çıkın damlara çıkın, gözleyin dörtbir yanı

Ey gençler, ey çocuklar bekliyoruz o ânı...

Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze

Bu ni'met büyük devlet, şükr vâcib oldu bize...

Şükürler olsun Rabbim, nihayetsiz şükürler

Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze...

Emir ve yasakları insanlara bildirdin

Medine'ye hoş geldin, hoşgeldin safa geldin.

Olmaz olsun şu putlar, cahillikten kurtulduk

Senin yolun ne güzel eskiye pişman olduk.

Bedr doğdu üstümüze; nurlu, parlak, aydınlık

Yırtıldı karanlıklar, hakikati anladık.

Medine Selâma dur, yemin et dönme asla

Tek rehber O'dur ancak sarıl ebedi dosta.

İşte huzurlu günler, şahidsiniz yıldızlar

Tek Rehber Resûlullah sarıl ebedi dosta.

Rahîm Er

Kâinatın Efendisi devesinin üstünde ilerlerken herkes, Kusva'nın yularını tutarak:

-Ya Resulallah, lütfen bize buyurun, diye yalvarıyordu...

Efendimiz:

-Hayvanın yularını bırakınız. Nereye çökerse oraya misafir olacağım. İnsan bineğinin yanında olmalı, diyorlar ve; bir tarftan da kasideler okuyup tef çalarak kendisini karşılayanlara tebessümle mukabele ediyorlar.

-Beni seviyor musunuz?

Bir ağızdan verilen cevap dört bir yanı çınlatıyor.

-Evet!

-Ben de sizi seviyorum.

"Ben de sizi seviyorum" diyerek gönüller alıyorlar. Yüreklere çiçekler serpiyorlar.

Onsekiz bin âlemin efendisini istikbal edenler arasında gözleri görmeyin Hazreti Habibe de var.

Bu hanım, Ebu Süfyan'ın kölesi iken İslâmiyetle şereflenmiş. Ne varki durumdan haberdar olan İslâm düşmanları, O'nu hak yoldan caydırmak için dayanılmaz baskılar yaptılar. Fakat Habibe, radıyallahü anha, bu baskılara kahramanca dayandı. Bir kadındaki bu akıl almaz mukavemet, kâfirleri çileden çıkardı ve sonunda o alçaklığı da işlediler: Mübarek kadının gözlerine kızgın mil çekerek kör ettiler.

Peygamberimizi karşılayanlar içinde işte bu hanım da var. Soruyarlar:

-Gözlerin görmüyor; sen niçin geldin?

Cevap:

-Görmesem de O'nun kokusunu alırım.

İşte sevginin en muazzam örneği...

Sevgili Peygamberimiz O'nun olduğu topluluğa doğru gelirken sâdık mümineyi uzaktan farkettiler ve seslendiler:

-Sende mi buradasın Habibe?

Mucize işte o ân gerçekleşti:

Hazreti Habibe tekrar görür oldu...

.....

Kusva, önce Sehl ve Süheyl ismindeki iki yetime ait olan boş bir arsaya, sonra da bugün türklerin "Eyüb Sultan" dediği Hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari'nin evine yakın bir yere çöktü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam, Peygamberimize gelerek "burada in. Çünkü herkes kendisine misafir olacağın ümidi ile evini süslerken. Halid, "ben fakiri; benim evime gelmez ki" diyerek mahzun olmuş ve tevazu göstermişti haberini verdi. Peygamberimiz deveden inerek "Menzilimiz inşaallah burasıdır" buyurdular. Gönlü kırık mümin, koşup devenin semerini aldı ve Efendimizi buyur etti; Zeyd İbni Harise, radıyallahü anh, Hazreti Halid'e yardım ediyor. Ensarın büyüklerinden Es'ad İbni Zerare, radıyallahü anh, da Kusvayı alıp götürdü. O'nun bindiği hayvanın yemine, tımarına bakmak değil; o mubarek hayvanın bastığı toprağı öpmek bile ne büyük nasip.

.....

Resulullahın misafir kalacağı evi devenin bulmuş olması sebebi ile Ensar'dan kimsenin kalbi incinmedi. Zaten, Ebu Eyyub El Ensari Halid Bin Zeyd, Neccaroğullarından idi; yani hayrül beşerin dayılarından... Efendimiz evin alt katında kalmak istediler. Ancak Hazreti Halid ile hanımı:

-Ya Resulallah biz, üst katta senin başının üzerinde nasıl geziniriz; bu imkânsız bir şey, diyerek yukarı çıkması için çok yalvarıp dil döktüler.

Peygamberimiz:

-Ensar beni ziyarete gelecektir. Giriş kat daha rahat olur.

Dedilerse de ev sahiplerini memnun etmek için üst kata geçtiler...

O gün Medineliler bölük bölük gelip Allah'ın Resulünü ziyaret ettiler; sohbeti ile bereketlendiler. Nurlu nazarları ile ak-pak oldular; yüksek derecelere kavuştular.

...Biri daha ziyaret etti: Abdullah İbni Selâm isminde bir yahudi alimi. Bi şahıs, dikkatle efendimizin yüzüne baktı ve şu sözlerle imana geldi:

-Bu güzel yüzün sahibi elbette muhbiri sadık/doğru habercidir. Şahid olun ki Abdullah İbni Selâm da Müslüman oldu...

.....

Onlar,

Kelime-i Şahadet için,

Kelime-i Tevhid için

Namaz için,

Oruç için,

Haç için,

İslâmiyet için,

Bizler için,

Allah için,

Hicret ettiler

Onlar, zahmetine katlanmamış olsaydı, Hicreti yaşamamış bir dünya hâlâ ilkel şartlarda bocalayıp dururdu.

.....

Onlar, Mekke'den Medine'ye hicret ederek bize îmânımızı armağan ettiler...

Onlar, küfürden ve kâfirlerden hicret ettiler.

Ne mutlu nefs Mekkesinden, kalb Medinesine sürekli hicret edenlere.

Günahın çekiciliğinden hicret ederek sıddıklar ve şehidler derecesine kavuşanlara ne mutlu...

çııÖÖçşıÜüSevgili Peygamberimizin Medine'ye yerleştikten sonra ilk yaptığı işlerden biri Hicret'den evvel vefat etmiş bir mü'minin kabri başında cenaze namazı kılmak oldu...

Bera bin Marur, Hazreç kabilesinin reislerinden ve Medineli müslümanların önderlerinden.O da Resulullah'a Akabe'de biat etti...ve biat merasiminde ayağa kalkarak veciz bir konuşma yaptı... Yüce Allah'a hamd ettikten sonra O'na, sallallahü aleyhi ve sellem, uymanın, O'nun ümmeti olmanın anlam ve değerine dikkatleri çekiyor ve kazanılan bu nimetin üzerine titremek lâzım geldiğini hatırlatıyordu...

Bera, radıyallahü anh, daha o günden son Peygamberin sevgisini kazanmıştı...

Bütün Medineli müslümanlar, namazlarını Kudüse dönerek kılarken Bera bin Marur Kâbe'ye yöneliyordu.

Bir gün bir Medine kafilesi ile Mekke'ye giderken diğer mü'minlerle aralarında bu Kâbe-Kudüs bahsi açıldı.

Bera:

-Ben sırtımı Kâbe'ye dönerek; Kâbe-i Şerifi arkamda bırakarak Beytülmakdise yönelemem. Bu sebeple namazlarımı Mekke'ye doğru eda ediyorum, dediğinde oradakiler:

-İyi ama; sen, Resulullahın bildirmediği bir şeyi nasıl yaparsın. Ümmeti olduğun Peygamber üstelik Mekke'de hemen Kâbe-i Şerifin yanında yaşadığı halde kıble olarak Kâbe'ye değil de Mescidi Aksaya duruyor; sen aklına uyuyorsun... böyle olur mu?

Israr etti...

-Ben Kâbe'ye sırtımı dönemem...dediAma huzursuz olmuştu.. Ya bu yaptığından Peygamber aleyhisselâm memnun olmazsa... Bu sebeple Mekke'ye gelince doğruca ahir zaman Nebisine gitti ve yolda arkadaşları ile aralarında geçen konuşmaları arz etti...

-Ey Allahın Resulü ben namazlarımı Kâbe'ye dönerek kılmaya devam ettim ama; arkadaşlarımın ikaz ve muhalefetlerinden dolayı içime bir huzursuzluk girdi... nedir bu işin doğrusu?

Sevgili Peygamberimiz cevap buyurdular... kısa, lâkin mânâsı derin, işareti geleceği kucaklayan bir cevap:-Biraz sabretseydin ne iyi olurdu...

Bera, radıyallahü anh'ın ondan sonra bu sözün dışına çıkması mümkün mü? ...anlaşılan daha evvel kıble hususunda Allah Resulünden nakledilen bilgiler kendisine tam ulaşamamıştı...

Sonra, bütün diğer mü'minler gibi o da vefatına kadar namazlarını hep Kudüse doğru kıldı...

Hazreti Berâ, Hicret'den bir ay evvel Medine'de dünyasını değiştirdi.

Hazreç'in reisi hasta yatağında iki şey vasiyet ediyordu:

-Malımın üçte birini dilediği yere sarf etmek üzere Resulullah'a veriniz... Bir de beni, ölünce kabirde Kâbe istikametine çeviriniz. Çünkü Peygamberimize Hac mevsiminde yine ziyaretine gideceğimi vaad etmiştim; ama, görüyorsunuz ki ölüyorum. Sözümde durmam mümkün değil.

Vasiyet edildiği gibi mezarında Kâbe tarafına çevrildi...

ve öylece toprakla örtüldü..

Hicret'ten sonra Sevgili Peygamberimiz, eshabı ile birlikte Bera radıyallahü anh'ın kabrine giderek saf tutup cenaze namazını kıldılar ve Hazreti Bera için:

-Ya Rabbi Bera'yı affeyle. O'na rahmet eyle; O'ndan razı ol!Diye dua ettiler...

İşte ilk cenaze namazı.

O'nu ziyaret etmek isteyen sahabi, araya ölüm engeli girdiği için Peygamberimize gidemeyince; Peygamberi; rahmet ve merhamet kaynağı olan O Sultan, kabri ziyaret ediyor ve cenaze namazını kılıyor...

Mezarında Mekke tarafına uzanarak Peygamber yolunu gözleyen; O'nun hicretini bekleyen Berâ radıyallahü anh... Sevgisiyle Allah Resulünü kabrine çeken Berâ radıyallahü anh.

Kâbe sevdalısı ve Resulullah âşıkı böyle bir Bera bin Murar ölmüş, aradan zaman geçmiş olsa da cenaze namazı kılınmaz mı?

....Hicretten sonra; Mescid-i Nebi yapılırken ensar'dan ilk vefat eden Külsüm bin Hidm oldu.

Sevgili Peygamberimi'zi Kuba'da evinde misafir eden bu aziz insan Hicretten önce iman edenlerdendir. Eşraf'tan biri idi...ama O'na tarihin verdiği yüksek liyakat Medine şereflilerinden olduğu için değil bütün zamanların en büyüğüne gösterdiği hürmet ve hizmet sebebiyle.

İleri bir yaşta müslüman olan ve ayrıca Peygamberini evinde misafir etme bahtiyarlığına kavuşan Külsüm, radıyallahü anh, kavuştuğu nimetlerin huzuru içinde Kuba köyündeki evinde ebedi âleme göçtü...

Az bir zaman sonra da Es'ad bin Zürare, radıyallahü anh, dünyasını değiştirdi...

Hazreti Es'ad, islâmiyeti Medine'ye ilk getiren onu orada ilk yayan insan. Başka bir hususiyeti de Âkabe biatlarının hepsinde bulunmak.

Ölümü boğmaca hastalığından. Son nefesini verirken aziz ve kadirşinas Peygamberi hemen başucundaydı. Mubarek sahabi, kızlarını Allah'ın Resulüne havale etti... Ve O da engin bir huzur içinde ruhunu Rabbine teslim etti.

Cenazesini Sevgili Peygamberimiz yıkadılar üç parçalı bir bürüdle kefenlediler, namazını kıldırdılar ve cenazenin önü sıra yürüdüler ve Baki kabristanına defnettiler.

Es'ad bin Zürare, Cennet'ül Baki'nin mukaddes toprağına gömülen ensarın ilki...

Kureyşli kâfirler, bir ân olsun boş durmuyorlar. Hiç bir şey yapamasalar mü'minleri dilleri ile rahatsız etmekteler.

Etrafında pervane gibi dönen o aziz arkadaşlarını Sevgili Peygamberimizden soğutmak için, insanlığın biricik kurtarıcısı şan ve şerefde eşsiz ve en büyük rehberi karalayıcı laflar ediyorlar...

dedikleri, mü'minler tarafından üzüntüyle Efendimize naklediliyor.

En üstün kul, en üstün Peygamber ve Kâinatın Efendisi, müslümanların mescidi doldurdukları vakitlerden birinde minbere çıkarak ayakta oldukları halde hakikatleri bir bir dile getirdiler. Maksatları övünmek değil. Övünmeye ihtiyaçları yok ki niçin buna niyetlensinler? Onların yüksek arzuları zihinlerin bulanmaması.... Hiç bir mü'min kalbinin yalanlara meyletmemesi. Buna mani olmak istiyorlar.

Yaradılmışların en yücesi, geçmiş ve gelecek zamanların en iyisi, sallallahü aleyhi ve sellem, buyurdular ki:

-Her asırda yaşıyan insanların en seçilmişlerinden dünyaya geldim.

-Allâhü teâlâ, İsmail aleyhisselam evlâdından Kinâne ismindeki kimseyi ve O'nun sülalesinden Kureyş ismindeki zâtı beğendi. Kureyş evlâdından da Hişam oğullarını sevdi. Onlardan da beni süzüp seçti.

Allâhü teâlâ, insanları yarattı; beni, insanların en iyi kısmından vücude getirdi. Sonra bu kısımlardan en iyisini Arabistan'da yetiştirdi. Beni bunlardan vücuda getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyilerini seçip beni bunlardan meydana getirdi. O halde benim ruhum ve cesedim, mahlukların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım, en iyi insanlardır.

Allâhü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Bunların içinde en çok insanları sevdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistan'da yerleştirdi. Arabistan'daki seçilmişler arasından da beni seçti. Beni her zamanki insanların seçilmişlerinde; en iyilerinde bulundurdu.

-Benim dedelerimin hiç biri gayrı meşru yola sapmadı. Allâhü teâlâ, beni iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı; ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum...

...kâfirler, aynı zamanda şiirlerle Resulullahı ve mü'minleri kötülüyorlar. Onların şiirlerine Ensar şairleri de gerekli karşılığı vermeye başladılar.

Kılıçla cihaddan önce kelâmla cihad başlamıştı.

Ensarın üç büyük şairinden Kâ'b bin Malik, bir destan şairi... Allah düşmanlarının iftira ve karalamalarına karşılık Efendimizle mü'minlerin kahramanlıklarını terennüm ediyor.

Abdullah bin Revaha, müşriklerin batıl olan itikat ve amellerini hicvederek yerden yere vuruyor.

Ensarın en büyük şairi Hasan bin Sabit, peygamber düşmanlarının soy sop ve ahlakî ayıplarını dile getirerek onları el içine çıkamaz hale sokuyor.

San'at, islâmın hizmetinde.

Seçilmişlerin en kıymetlisi Resulullah, sallallahü aleyhi ve sellem, bu üç aziz dosta, radıyallahü anhüm:

-Mü'min kılıcıyla da, diliyle de cihad eder. Diyerek yaptıklarından memnuniyetlerini ifade buyuruyorlar...

....Yesrib", "fesad" veya "ayıplanmış" demek. Bir Peygamber beldesinin bu ismi taşıması hiç de güzel değil. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, hicret ettiği bu şehrin ismini "Medine" olarak değiştirdi ve bundan sonra Yesrib denmesini yasakladı ve:

-Her kim, bir kere "Yesrib" derse on kere "Medine" desin, buyurdular.

Ve yine buyurdular ki:

-Medine'ye "Yesrib" diyen Allah'dan af dilesin...

...Hatta "Allah'dan af dilesin" cümlesini tam üç kere ard arda tekrarladılar...

Bu sebeple Hicret'den sonra "iki kara taşlık arasındaki yer" Son Peygamberin de orada bulunmasından dolayı "Medine-i Münevvere" oldu... nurlu şehir.

İlk İslam Devletinin ilk Başşehrinin hukuku korunuyordu..

Sıra geldi hududunun tayinine..

İki küçük dağ Medine'nin tabii sınırıydı. Sevr ve Ayr.. Sevgili Peygamberimiz, bu iki dağın arasını harem/yasak bölge ilan ettiler.

Efendimiz buyurdular ki:

-İbrahim aleyhisselam, Mekkeyi haremleştirdiği gibi ben de Medine'nin Ayr ve Sevr dağları arasını haremleştirdim. Her Peygamberin dokunulmaz ve seçkin bir yeri vardır.

Çevresi belli edilen bu bölgede silah taşınması, ağaç kesilmesi, ot biçilmesi ve insana yakışmayan kötü bir fiilin işlenmesi yasaklandı. Yasak Bölge'de her şey izne bağlanıyordu.

Böyle bir fiili işlemeye cesaret edecekler için Resulullah en büyük mânevi müeyyideyi koydular:

-Böyle habis bir iş işleyen veya o suçluları evlerinde saklayanlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun.

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, daha sonra Medine'nin hudutlarının tesbit edilmesini emir buyurdular. Kâ'b bin Malik, radıyallahü anh bu işle vazifelendirildi...

Tâ Nuh aleyhisselâmdan beri çeşitli millet, kavim ve kabilenin kaynaştığı, birbiriyle çekiştiği "nurlu şehir" şimdi tarih içindeki mânâsını buluyordu. Kabile ve aşiretlerin nefsî ve ırkî sebeplerle kavgalaştıkları yerde şimdi İslâmiyet henüz açmış güller gibi renk renk koku koku yeryüzüne yayılacaktı...

Bütün müminler, bu "harem" şartına kayıtsız şartsız bağlılar. O kadar ki...bir çocuk bu bölgede bir serçe kuşu avlasa; "burası harem, sen bilmiyor musun; o kuşu derhal olduğu yere bırak" deniliyor ve çocuk da hakikaten bu ikaz üzerine elindeki avı usulcacık yere bırakarak mahcup mahcup oradan ayrılıyordu.

Eğer bu mutlak teslimiyet olmasa bir avuç insana o muhteşem zaferler nasip olur muydu?

Eshab-ı Kiram, her şeyleri ile örnek insanlar...

Her mü'min için ebedi model işte onlar...

Ensar'dan imkânı olanlar, fazla olan arsa, arazi veya hurmalıklarını muhacirlere verilmek üzere Sevgili Peygamberimize arz ettiler...

Peygamberimiz, bağışlanan bu gayrimenkullerden muhacirlere ev yerleri ayırdı ve ellerine tapuları verildi...

Ancak, Medine'de içecek su sıkıntısı çekiliyor. Şehrin suyu içilebilen tek kaynağı Rume kuyusu.

Kuyu bir yahudinin elinde. Yahudi, bir damla suyu bile parasız vermiyor. Mü'minlerin kuyuya şiddetle ihtiyaçları var... bu ise neticede Yahudinin kesesine yarıyor.

Peygamberimiz:

-Rume kuyusunu müslümanların hizmetine verecek olanın mükafaatı cennet olacaktır, buyurdular...

Suyun müminlerin tasarrufunda olmasının arzu edildiği anlaşılınca Hazreti Osman, radıyallahü anh, yahudiye giderek kuyuyu kendisine satmasını teklif etti. Ama yahudi, bütün ısrara rağmen Rume'nin ancak yarısını elden çıkardı... O da onikibin dirhem gibi yüksek bir bedelle...

Kuyuyu birgün müslümanlar, bir gün bu israiloğulları kullanacaktı...

öyle yapıldı.. Lakin su, müminlere yine yetmiyordu...

Bir zaman sonra yahudi yüksek bir bedelle diğer hissesini de satmaya razı edildi.Hazreti Osman ikinci hisseyi de satın alınca müjdeyi Peygamber efendimize götürdü. Buyurdular ki:

-Allah rızası için vakfet. Zaten bu emri bekleyen büyük ve cömert sahabi Rume kuyusunu derhal vakfetti...

Sonra Sevgili Peygamberimiz, vakıf kuyuya kadar geldiler; suyundan çektirerek içtiler ve bu suyun tad ve lezzetini methettiler.

-Tatlı ve soğuk bir su...

Çarşı-pazar yahudi hakimiyetinde.

Efendimiz, mü'minlerin aldatılmadan alış-veriş yapacakları yerlerin olmasını arzu buyuruyorlar. Her şeyle yakından alakadar olmaktalar.Evvela Nebit Çarşısı'nda inceleme yaptılar:

-Burası mü'minlere yaramaz, dediler. Sonra başka bir çarşıyı tedkik ettiler.

-Burası da münasip değil, buyurdular.

Zübeyr, radıyallahü anh'ın arsasına bir çadır kurdurarak ensar ve muhacirlere:

Ama bir musevi bu çadırın iplerini keserek mü'minleri rahatsız edince; Efendimiz, Kaynuka yahudilerinin çarşısında araştırma ve incelemeler yaptıktan sonra bir arsa beğenerek eshabın çarşı-pazarı buraya kurmalarını emrettiler.

Müslümanlar, böylece yavaş yavaş idari-siyasi istiklâlden sonra iktisadi istiklâle de kavuşuyorlardı...

Sevgili Peygamberimiz, buradaki ticari hayatla çok yakından ilgileniyorlar. Satılanların uygun olup olmadığını, satanların hal ve davranışlarını, alıcıların memnun kalıp kalmadıklarını araştırıyorlar...

bir gün çarşıya uğradıklarında izinsiz kurulmuş bir tezgâh gördüler ve derhal emir verdiler: Kaldırılsın!../Daha sonra gelen Halifeler devrinde de çarşı-pazar disiplini aynen devam ettirildi.

Öyle ki çarşı girişine yine habersiz olarak konan bir su testisini Hazreti Ömer, görür görmez oradan kaldırttılar../Maksat bir kaç...

Hem mü'minleri ticarete alıştırmak, hem onları başka dinden olan insanların ekonomik baskısından uzak tutmak, hem temiz gıda ve giyecek temini. Ölçerken, biçerken, tartarken, yaşanan bu güzel ahlakla alış-veriş eden kimseler ister istemez tanışıyor ve mutlaka tesirinde kalıyorlar...

Ticaret ehline o devirde verilen isim "simsar".Efendimiz, bu kelimeyi ticaret ehline yakıştıramadılar ve onlara "tüccar" olarak değiştirdiler..

Ve dürüst tüccarın, ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olacağını müjdelediler...

Sonra da her müslümanı iliklerine kadar titretecek olan sözü ifade buyurdular:

-Aldatan, bizden değildir.

Ve bir ölçü koydular:

-Alış-veriş ederken, alacağını ister veya borç öderken kibar ve yumuşak hareket edenle kolaylık gösterene Allâh, rahmet eylesin.Peygamber Efendimiz, bir yahudiye bir mikdar borçlu..

Paranın ödenmesi gereken tarihe daha bir gün varken yahudi, Resulullah'ın mubarek saadethanelerine çıkageldi...

-Alacağımı istiyorum! Abdülmuttalib oğulları, zaten aldığını zamanında iade etmez; uzatır durur... Bunun için borcunu hemen bugün ödeyeceksin!...

Bu sırada Hazreti Ömer, radıyallahü anh, da Peygamberimizde misafir... Yahudinin ağır sözleri büyük sahabiyi şiddetle rahatsız etti...

Ey habis! Eğer Resulullahın evinde olmasaydık vallahi senin gözünü patlatırdım!!! Bu nasıl ahlaktır böyle?

...Ömer, radıyallahü anh'ı çileden çıkaran musevinin vadesinden birgün önce kapıya dayanıp param da param demesindeki çiğlikti. Oysa o'nun parasının zerresine zarar gelmesi imkânsızdı. Çünkü borçlu olan şu-bu kimse değil Muhammedül Emin, sallallahü aleyhi ve sellem...

Muhteşem sahabinin sert çıkışı yahudiyi sindirdi ise de, Sevgili Peygamberimiz üzüldüler...

Allah, seni affetsin ya Ömer. Biz, senden başka türlü davranmanı beklerdik... bana borcumu üzüntüye sebebiyet vermeden ödememi; o'na da alacağını daha nazikçe istemesini söyleyebilirdin.

Peygamberimiz, yahudiye borcun vâdesine daha bir gün zaman olduğunu; ancak, arzu ederse kendisine hurma verebileceklerini buyurdular...

Alacaklı razı oldu.

Bunun üzerine alacaklıya istediği mikdarda hurma teslim edildi.. Hurmaları alan yahudi, âniden kelime-i şahadet getirdi...

Çünkü O, Resulullah'ı uzun zamandır takip etmekteydi.. ahir zaman nebisi olduğunu beyan eden bu insan, her şeyiyle Tevrat'ta anlatılan son peygambere benziyordu... ama bir tarafını bilmiyordu... sert, öfkeli, çabuk hiddetlenen biri mi, yoksa yumuşak ve sabırlı mı? Tevrat'ta zikredilen resul, yumuşak huyluydu...

Bu sebeple, alacağını kasten bir gün önceden talep etmiş ve Sevgili Peygamberimiz'in böyle bir haksızlığa karşı tavrının ne olacağını anlamak istemişti...

...Ve anladı.

Yumuşak, ipek gibi bir ahlâk...

Musevinin maksadı ne paranın şu veya bugünde tahsili, ne de para yerine hurma almak.

Bu sebeple:

-Şahid olun ki, dedi. Şu bana verdiğiniz hurmalarla, servetimin bir kısmını fakir mü'minlere hediye ettimYüce Allah'ın seçtiği bir bahtlı kul...

.....Bu ne güzel ahlâktır Allahım!

Yumuşak ve sabırlı.

O'nun büyük mirası.

Yahudiler, Peygamberliğin İsrailoğullarından araplara geçmesini kabul edemiyorlar. Bu sebeple mü'minleri engellemek için her yolu kullanıyorlar. Yalan, sihir, nifak..

İşte yalanlarından biri... Hicreti takip eden günlerde çıkardılar..

-Muhacirlerin nesli kesildi. Onlara büyü yaptık. Bundan sonra çocukları olmayacak...

Mü'minler, fısıltı halinde dolaşan bu söze pek inanmıyorlar ama yine de zihinlere bir soru takılıyor. "Ya dedikleri olursa!"Onların bir yalancı oldukları Hazreti Ebu Bekr'in kızı Esma'nın bir erkek çocuğu olması ile anlaşıldı.. Esma, radıyallahü anha, bebeği önce Allah'ın Resulüne getirip kucağına bıraktılar.

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bir hurma istediler. Ve hurmayı çiğnedikten sonra bebeğin damağına sürdüler ve salih, ömürlü ve hizmet ehli olması için dua buyurdular...

...Mü'minler, doğum üzerine rahat bir nefes almışlardı...

......Bu ilk "sihir" sözleri yalandı ama şimdiki sahi:

Resulullah rahatsızlar.

Yapılan araştırma gösterdi ki Efendimiz'e sihir yapılmış...

...Peygamberimizin tarağından düşen bir mikdar saç okunup üflenerek bükülmüş ve buna onbir tane düğüm atılmıştı...

Büyüyü yapan mı?

Zürayk yahudilerinden Lebid bin A'sam.

Bu şahıs, sihir yaptıktan sonra onbir düğüm atılmış saçları bir şeylere sararak Zi-Arvan kuyusuna bırakmıştı...

...Cebrail aleyhisselam geldi:

"Kul euzü birabbil felak" ve "Kul euzü birabbinnas" surelerini getirmişti.

Büyü yapılmış saçların atıldığı yeri bildirdi ve; sihirlenmiş saçlardan bulunarak bu surelerin onlara okunmasını söyledi.

Efendimiz, Hazreti Ali'yi gönderdiler. Ali, kerremallahü vecheh, kuyunun dibinde düğümlenmiş ve bezlere sarılmış saçları bulup getirdiler...

Hemen sureleri okumaya başladılar. Her okuyuşta bir düğüm çözüldü...

...Allahın Resulü rahatladılar..

Mekke, hep sabır dönemi... Müminler az... bu azlık sebebiyle müslümanların sayıca kendilerinden mukayese edilmeyecek kadar fazla düşmanla cihad etmeleri imkânsız...

Bu yüzden çekilen azap, işkence ve zulüm tahammül edilmez noktalara varınca mecburen Hicret vaki oldu... ama Mekke müşrikleri rahat durmuyorlar. Çevre kabileleri, yahudileri, Medine müşriklerini hem tehdit, hem tahrik ediyorlar. Bu korkutma ve kışkırtmaların bir sebebi var: Sevgili Peygamberimiz'in, sallallahü aleyhi ve sellem, hayatına son vermek. Zira O, şimdi üstelik Medine'ye gitmeyi başarmış ve kendine inananların başına geçmiştir.

Mekke kafirleri, tehlikeyi daha da geç kalmadan ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu yüzden tehditler durmuyor. Yolda-belde yakaladıkları müminlere yine eski dinlerine döndürmek için işkenceler yapıyorlar.

Bu mazlum ve mağdur kahramanlar, Peygamberimize gelerek:

-Ey Allahın Resulü işte müşriklerin yaptıkları. Halimize bakın...

Dediklerinde Sevgili Peygaberimiz, acıları kalbine gömerek şöyle buyuruyorlardı:

-Sabredin. Henüz cihad için izin gelmedi...

İfadeden anlaşılan o ki bu iznin gelmesine fazla zaman da yok. "Henüz" dendiğine göre beklenen müsade yakında verilecektir.

Bu sebeple Eshab-ı Kiram duadalar. Gözyaşı döküp yalvarıyorlar:

-Ya Rabbi! Düşmanın olan şu müşriklerle cihad etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyoruz. O müşrikler ki Habibinin Peygamberliğini kabul etmeyerek ana-ata yurdu Mekke'yi terke mecbur ettiler....

Allahım! Ey duaları kabul eden Rabbimiz Mekke müşrikleri ile harbetmemize müsaade buyur.

Sevgili Peygamberimizse sabırla adım adım gidiyorlar:

...Akabe'de Medine müminlerinden söz almak, biat, sonra Hicret, sonra Muhacirleri kendi aralarında kardeş yapmaları, sonra Mekke ve Medine müslümanlarını kardeş yapmaları, sonra Medine'deki gayrı müslim unsurlarla anlaşmalar yaparak onları tarafsızlık konumuna getirmek, sonra devletin sınırlarının tayini, bu sınırları içinde bazı hareketleri izne bağlamak, müminleri ekonomik bakımdan kuvvetlendirecek tedbirler almak...

Düşman, amansız; zalim ve gaddar. Çokluklarına, mallarına-mülklerine zenginliklerine güveniyorlar..

Bir çarpışma olsa müminleri silip süpüreceklerine öyle eminler ki...

Bu kibir kumkumaları, neye nasıl inanır ve güvenirlerse güvensinler... Müminler, o asalet abideleri, Allah'a ve Resulüne inanıyorlar....

Ve işte Cebrail aleyhisselam geldi; vahiy geldi... Cihad müsaadesi geldi...

Bundan sonra yeryüzü şahid olsun, savaş atlar şahid olsun, güneşte yıldır yıldır yanan çifte su verilmiş o yaman kılıçlar şahid olsun ki, savaş neymiş, can neymiş, gaye neymiş, ölmek neymiş... görülsün..

Yüce Allah buyuruyor ki:

-Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü teâlâ'nın yolunda çarpışın. Fakat haddi tecavüz edip, aşırı gitmeyin. Muhakkakki Allahü teâlâ, aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekke'den) çıkardıkları gibi siz de onları çıkarın. Onların Allah'a ortak koşma fitneleri adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar mescid-i Haram'da sizinle çarpışmadıkça siz de orada kendileriyle savaşmayın.

Cenab-ı Hak, ayrıca yardım vaadediyor:

-Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeğe her yerde her zaman kadirdir.

Ve şimdi de sıra devletin hudutlarına nöbetçiler dikmekte. Ani bir saldırı vukuunda habersiz kalmamak için düşman gözleniyor..

Hicret üzerine aziz Sahabi Hazreti Ebu Bekr dememişler miydi:

-Onlar Peygamberi zorla Mekke'den çıkardılar. İnna lillah inna ileyhi raciun. Onlar muhakkak helak olacaklardır.

Hudutları nöbetçiler beklerken, beride atlarkıpır kıpır; atlar eşiniyor yeni zamanlara doğru. Gerilmiş yaylar gibi ufuklara koşmak için.

Beş kişiden dörtyüz kişiye kadar olan askeri birliklere "seriyye" deniyor.

Seriyyeler, keşif, takip-baskın küçük çaplı vuruşmalara çıkıyor.

Seriyyelerin akınlarına Sevgili Peygamberimiz iştirak etmiyorlar.

Efendimizin iştirak ettikleri seferlerin ismi "gaza"Efendimiz, yirmiyedi gazaya çıktılar. Bunlardan dokuzunda silahlı mücadele oldu... Bedir, Uhud, Müreysi, Hendek, Kurayza, Hayber, Mekke'nin Fethi, Huneyn, Taif...bu dokuz savaşta bizzat savaştılar.

Abdullah bin Amr, radıyallahü anh, Sevgili Peygamberimize gelerek:

-Ya Resulallah bana cihadı anlatır mısınız? Deyince,

Efendimiz:
-Ey Abdullah bin Amr! Eğer sen, Allah rızası için sıkıntılara katlanarak çarpışırsan Allah, seni kıyamet günü o hal üzere diriltir. Eğer gösteriş için, övünmek için, çarpışırsan Allah, seni kıyamet günü o hal üzere diriltir... hasılı sen Hangi niyetle öldürür veya öldürülürsen Allah da seni o hal üzere diriltir.

Başka birisi de şunu sordu:

-Ey Allahın Resulü! Allah yolunda cihad etmek ne demektir?

La ilahe illallah Muhammedün Resulullah sözünün yeryüzünde daha çok yayılması; Allah isminin daha çok yücelmesi için çarpışmaya Allah yolunda cihad etmek denir, buyurdular.

Bir sahabi de şunu sordular:

-Ya Resulallah! Allah yolunda çarpışan ve aynı zamanda dünya mallarından bir şeyler elde etmek isteyen bir şahıs için ne dersiniz?

Sevgili Peygamberimiz cevap olarak buyurdular ki:

-Ona ecir ve sevap yoktur.

Sualin sahibi sahabi, dinleyenler tarafından iyice anlaşılsın diye soruyu üç kere tekrarladı. Her üçünde de cevap aynı oldu:

-Ona ecir ve sevap yoktur...

...Gaye açık!Silah ancak ve sadece Allah için çekilir.... ama nasıl kullanılır?

...kime çekilir?

Bir küçük askerî takım veya büyük bir ordu hangisi olursa olsun...

Allahın Resulü asakir-i islamı/islam askerini cihad için uğurlarken nasihat buyuruyorlar:

Sanki zaman durmuş; sanki nefesler tutulmuş herkes, her şey O'nu dinliyor; al atlar, doru atlar, cins arap atları bile.

-Allah'dan korkunuz ve emrinizdekilere adalet ve merhametle muamele ediniz.

-Allah yolunda O'nun ismi ile cihada çıkınız.

-Allah'ı inkar edenlerle çarpışınız.

-Savaşırken haddi aşmayınız.

-Ahdi bozmak, ahde vefasızlık gibi hareketlerden sakınınız... kulak-burun kesmek gibi işkenceler yapmayınız, çocukları, yaşlıları, hizmetçileri, köleleri ve din adamlarını öldürmeyiniz.

Bir yeri fethedince düşmanı önce islama davet ediniz, kabul etmezlerse cizye vermeye razı olmalarını isteyiniz, bunu da reddederlerse ölümü haketmiş olurlar....eğer bir yerde mescid varsa veya bir ezan sesi işitilirse orası bir islam beldesidir. Böyle bir yerde kılıç çekilmez...

Evet; O'nun, aleyhissalatü vesselam, mubarek nasihatlerinden çıkan netice o ki; silah, islam düşmanlarına karşı kullanılır. Ve had aşılmaz.

Sınırlarda nöbetçiler beklerken İslam Devletinin haber alma teşkilatı da çalışmaya başladı.Hicretten altı-yedi ay geçmiş durumda.Tehditleri durmayan ve müslümanlara Hac yolunu kapayan müşriklerin Şam'la irtibatları kesilerek iktisadi bakımdan zayıflatılmaları lâzım.

İşte ilk istihbarat:

Şamdan dönen bir Kureyş kervanı Medine yakınlarından geçiyor.

Peygamberimiz, derhal aziz arkadaşlarını toplayarak aralarında, Hamza bin Abdülmuttalip, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebia, Amr bin Süraka, Zeyd bin Harise, Kennaz bin Huseyn, Mersed bin Kennaz ve azadlısı Enese'nin de olduğu otuz bahadırı ayırdılar...

Efendimiz, Hazreti Hamzaya beyaz bir bayrak vererek onu bu ilk seriyyeye kumandan tayin ettiler...

Ve önce O'na nasihatte bulundular:

-Ey Hamza! Düşmandan değil Allah'dan kork! Emrin altındakilere iyi davran.Mubarek Peygamber sonra askerlere döndüler:

-Allah yolunda O'nun ismini anarak gazaya çıkınız. Allah'ı inkâr edenlerle çarpışınız...

.....Otuz sahabi, derhal silahlanarak bineklerine atlayıp düşman istikametine akmaya başladılar.

Ebu Mersed'in taşıdığı beyaz bayrak en önde rüzgarda dalgalanıyor...

İşte ilk Başkumandan: Sevgili Peygamberimiz.

İşte ilk Kumandan: Hazreti Hamzaİşte İlk Bayraktar: Ebu Mersed bin Kennaz.

İşte İlk Mücahitler: Otuz yaman atlı.

Ve haber alındıki düşman kervanını içlerinde Ebu Cehil'in de olduğu üçyüz atlı ve silahlı suvari koruyor.

Haber, İslâm askerini daha da biledi...

Hazreti Hamza komutasındaki Seriyye, düşmana Sif-ül Bahr'de yetişti...

Hamza, radıyallahü anh, askeri derhal çarpışmak için mevzilendirdi...

Düşman da çarpışma düzenine girdi...ama akıllarının almadığı bir şey vardı:

Kendilerinin onda biri olan bir kuvvet nasıl karşılarına çıkma cesareti gösteriyordu... Buna başta Ebu Cehil olmak üzere hepsi şaşmaktaydı...

Müşrikler, bu şaşkınlıkta iken Mecdi bin Amr el Cüheni, öne çıktı:

-Ya Eba Cehil arap arasında böyle şeyler doğru değildir. Bana izin verin gidip Hamza ile konuşayım. Lüzumsuz kan akmasın...

-Akmasın. Lakin. Görüyorsun işte. Bir ticaret kervanına saldırıyorlar.... Ya muhafızlar olmasaydı... Neticenin bu olacağı belliydi zaten..

Doğru doğru... Fakat bir orta yol bulurum herhalde...

-Git bakalım. Fakat fazla kalma. Meraktayız. Biz çarpışmaktan korkmuyoruz. Bunu da bilsinler!!..

-Gecikmem tasalanmayın...

...Aslında Mecdi, mahsustan böyle konuşuyodu. Aradaki kuvvet dengesizliğinden İslam birliği için endişe etmişti. Müslümanların ağır mağlubiyet alacaklarını tahmin ediyordu... Mecdi bir mümin değildi. Kendisinden arabuluculuk isteyen de olmamıştı ama; her ne hikmetse iki birlik arasında gide gele, gide gele kan akmasının önüne geçti.

Mecdi, Hazreti Hamza'ya:

-Cesaretinizi cidden takdir ediyorum. Ne varki hakikat de ortada Kureyş sizin on katınız..

-Biz düşmanın çokluğundan değil Allah'tan korkarız...

-Siz bilirsiniz. Ancak şunu da düşünmenizi isterim. Daha ilk çarpışmada yenilirseniz müslümanların istikbali tehlikeye düşer...

...işte bu doğruydu.

Müminler, öyle hassas bir noktada bulunuyordu ki ya galip gelecek ya galip geleceklerdi...

Mağlubiyet Medineyi de tehlikeye atabilirdi...

....öyleyse küffara şimdilik bu gözdağı kâfi görülmeliydi.

Dile kolay azap, işkence, zından ve Mekke'yi terk mecburiyetinden sonra silahlanarak düşmanın önüne çıkmak... Öyleyse varılan netice iyidir ve düşmanın huzurunu kaçıracak kadar güzeldir.Hazreti Hamza, müsaade etti de müşrik kervanı ancak yoluna gidebildi..

Bu elbette hamdedilecek bir neticedir...

...Medine'de sefer hakkında Resuller Resulüne malumat verilirken Mecdi'nin yaptıkları da arz edilince Efendimiz memnun kaldılar ve buyurdular ki:

-Hayırlı bir işe vesile olmuş.

Hicretten sekiz ay sonra. Şevval ayı.Bir kervanın Mısır'a gitmek için Mekke'den çıktığı haberi Medine'ye gelince Resulullah, sallallahü aleyhi ve sellem, seksen kadar sahabiyi seçerek başlarına Ubeyde bin Hâris'i kumandan tayin ettiler...

Sevgili Peygamberimiz, Ubeyde radıyallahü anh'a da beyaz bayrak vermişlerdi...

Büyük Peygamberden dua, nasihat ve taktik alan müslümanlar, derhal müşriklerin olduğu yere doğru koşmaya başladılar.Rüzgârda uçuşan bayrağın taşıyıcısı / alemdar, bu defa Mıstah bin Üsase radıyallahü anh.

çııÖÖçşıÜüKureyş kâfirleri, hicret etmiş mü'minlerin Mekke'de kalan mal ve mülklerine el koymuş vermiyorlar. Az sayıdaki Mekkeli müslüman, tam bir ateş çemberi içinde. Müşrikler, bunlara eziyet üstüne eziyet yapıyor; hatta ev ve eşyalarını bile tahrip ederek kullanılamaz hâle getiriyorlar...ama buna rağmen kâfirler için asıl hedef, Mekke'den çıkamamış bu bir avuç garip mümin değil; onlar için düşman ve tehlike Medine. "Medine" denince tüyleri diken diken oluyor. Biliyorlar ki Medine, gün gün devleşmektedir...bu tehlikeyi yerinde ve daha büyümeden boğmak lâzım. Bunun için Medineli yahudiler kışkırtılıyor; Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'i ortadan kaldırma planları tezgâhlanıyor, savaşlar tasarlanıyor.

Ancak "savaş" para demek. Parayla savaşılır; parayla zafer kazanılır...öyle zannediyorlar. O halde bir büyük savaşı karşılayacak para nasıl bulunacaktır?

...düşünülen çare şudur:

Ev ev bütün Mekke'den para, eşya veya hayvan ne varsa toplanarak Şam'a büyük bir ticaret kervanı gönderilecektir. ihraç edilerek orada satılan emtia bedeli ile Şam'dan ithal edilip Mekke'de nakde çevrilecek mallardan elde edilecek para, müslümanlarla yapılacak muharebeye harcanacaktır. Başta Mahzumoğulları, Abdi Menafoğulları, Ümmeyye bin Halef, Ebu Cehil olmak üzere kadın-erkek bütün Kureyş'in iştirak ettiği ellibin dinar sermayeli, bin develik bir kervan kısa zamanda hazırlanarak Şam yoluna girdi.

Eşrafdan Mahreme bin Nevfel ve Amr bin Âs da kervanda.

Müşrik kervanına otuz kadar silahlı muhafız eşlik ediyor.

Şam'ın Gazze Pazarı'na gitmekte olan bu kervanın reisi Mekkeli seçkinlerden Ebû Süfyan..

...tam ismi ile Sahr bin Harb. Ebû Süfyan ve Ebû Hanzala iki ayrı künyesi. Amr bin Âs; bu dahi insan gibi o da ileride islâmla ve ayrıca Ümmi Habibe radıyallahü anha anneciğimizden dolayı Resulullah'ın kayınpederi olmakla şereflenecek ve küffar orduları-na karşı yaptığı cihadlardan birinde bir gözünü ve diğerinde de öbür gözünü kaybedecektir...lâkin şimdi büyük bir islâm düşmanı. Hidayete kavuştuktan sonra ne kadar dövünecek; ne kadar gözyaşı dökecek ama maalesef bugün inkâr cephesinin yaman adamlarından biri.

.....

Sevgili Peygamberimiz, kervan haberini alınca bu malumatı daha da derinleştirmek istediler. Bu maksatla bir kaç muhacire vazife tevdi ettiler...görevli sahabiler, Zül Aşire mevkiine geldiklerinde Ebu Süfyan, idaresinde bir büyük Şam kervanının, bir kaç gün evvel buradan Şam istikametine geçip gittiğini öğrendiler.

İstihbarat peşindeki sahabiler, bu malumatı getirince İki Cihanın en üstünü, hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar...anlaşılan ve görünen o ki Kureyş, bir büyük hücûma geçmek için ciddî hazırlıklar içindedir. Bu alış-verişten elde edeceği kazancı silah ve diğer ihtiyaçlara yatırarak Medine üzerine taarruza geçecektir...buna mutlaka, ama mutlaka mani olmak lâzımdır...her ne pahasına olursa olsun düşmanın bu maksadına sed çekilmeli.

İslâm düşmanlarının bu niyet ve faaliyetlerinden gününde haber alınmış olması ilâhî bir lütuf olmuştur. Eğer teşebbüs vaktinde öğrenilmemiş olsaydı müminler, toparlanılması zor ağır bir sarsıntı geçirebilirlerdi...

.....

Efendimiz, emir buyurdular:

-Talha İbni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd, kervanının dönüşünü takip edecektir!...

-Başüstüne ey Allahın Resulü!...

-Başüstüne ey Allahın Resulü!...

.....

Hazreti Talha ve Hazreti Sa'd radıyallahü anhüma, Cebar mevkiine kadar geldiler. Keşdi-i Cehni isminde biri onları misafir etti.

Diğer taraftan Seçkinlerin Seçkini sallallahü aleyhi ve sellem, derhal hazırlığa başladılar.

Danışıp-konuşarak varılan karar:

Düşman kervanına Şam dönüşü el konacaktır.

Kâinatın Efendisi'nin emir ve komutasında dinimizin şan, şeref ve izzeti ve varolması ve yükselmesi için düşmana hücum etmek, esir almak, esir olmak, mecbur kalınırsa öldürmek veya şehid olmak... islâmın karasevdalısı Sahabiler için en büyük arzu...bu sebeple imanları uğruna ecdat yurdu Mekke'yi bırakarak Sevgili Peygamberimiz'in peşinde Medine'ye göçen Muhacirler; Akabe'de Resulallah'a biat eden ve şehirlerine hicret ettiği takdirde kanlarının son damlasına kadar kendisini koruyacaklarına dair söz veren Medineli seçilmişler / ensar....yani çocuklar, gençler, bahadırlar, ihtiyarlar hatta sakatlar, hatta kadınlar...şimdi de sevgililer sevgilisi büyük Nebi'nin etrafında Allah için; ser vermek ve ser almak için toplanıyorlar.

.....

Sefere iştirak etmek isteyenleden biri de Ümmü Varaka isminde bir hanım sahabi; radıyallahü anha... daha sonraki asırlarda hep şanlı numuneleri görülecek olan binlerce arslan yürekli anadan biri. Cephenin gerisinde hizmete; en önünde cihada koşan mubarek kadınların ilki ve öncüsü...

İşte aynı zamanda hafız-ı Kur'an olan Ümmü Varaka Sevgili Peygamberimiz'e istirhamlarda bulunuyor... bütün eshab, yek vücud, yek kalb konuşmaları dinliyorlar. Uzakta rüzgâr, hurma ağaçlarını hışırdatıp geçiyor; iki-üç kırlangıç eshabın ihlasından koklamak için çığlık çığlığa şöyle bir dalış yaparak aynı çığlıklarla göğün uçuk maviliğinde kaybolup gidiyorlar.

-Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Ben de sizlerle gelmek, müminlere hizmet etmek; şehid olmak istiyorum!...

O ne güzel sözdür öyle:

"Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!"

Bir mümin, Peygamberini anasından babasından ve öz canından daha çok sevmedikçe îmânı kâmil değildir. Bu sebeple Ümmü Varaka, en tabii, en içten yalvarışla "anam-babam sana feda olsun" diyor...bir şey daha feda olsun: Can; bu din uğruna şehid olmak için can da fedaya hazırdır.

Eshab-ı güzinin erkekleri bir tarafa kadınlarının bile böylesine kahramanca duygular içinde olmaları Efendimizi çok memnun etti.

Buyurdular ki:

-Ya ümmü Varaka sen burada kal; evinde Kur'an-ı Kerim oku ve bizlere dua et. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, sana şehidliği nasip eder...

Peygamberimiz, şehidlik müjdesi verdiği bu yiğit hanımdan "şehide" diye bahsederlerdi...daha hayatta iken "şehide" sıfatına kavuşan Ümmü Varaka radıyallahü anha hazretleri, Hazreti Ömer zamanında şahadet şerbetini içecektir.

.....

.....

Üç kişi muhacirînden, beş kişi ensardan olmak üzere toplam sekiz sahabi Bedr seferinden izinli. Muhacirlerden izinli olanların ilki Hazreti Osman bin Affan. Hanımı Sevgili Peygamberimizin kızları Rukayye radıyallahü anha ağır hasta olduğu için hizmetinde bulunmak maksadıyla müsaadeli...diğer iki muhacir ise kervanın dönüş gününü öğrenmek için giden Talha ibni Abdullah ve Said ibni Zeyd.

Ensar-ı kiramdan izinli olanlar ise şunlar:

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, namaz kıldırmak için Abdullah ibni Ümmi Mektum'u Medine'de vekil bıraktılar.

Medine'den çıkış tarihi oniki ramazan Pazartesi.

Ruha'ya varıp da mola verince orada da Asım İbni Abdil Ensar'ı bozgun ve ayrılık haberleri alınan Kuba ve Avil denilen köyler üzerine idareci Ebu Lübabe'yi de Medine'ye Vali olarak gönderdiler. Haris İbni Samed ve Havvab İbni Cübeyr ise deveden düşerek kaza geçirdikleri için yola devam edemiyorlardı; bu sebeple bunların da Medine'ye dönmelerine müsaade edildi ki böylece Bedr'den izinli Ensar yekunu beş kişi olmaktadır.

.....

Medine'den bir mil ayrıldıktan sonra Buyütussukya'-nın Ebu Ukbe kapısında Ebu İnebe kuyusu yanında Peygamber Efendimiz'in emriyle çadırlar kuruldu. Allah'ın Resulü eshabını teftiş ediyorlar...hasta, sakat, çocuk ve yaşlılara sefere çıkma izni yok.

Bera bin Azib'le Abdullah bin Ömer'in her ikisi de önüç yaşındalar.. Tabii çok küçük olmaları sebebiyle onlara müsaade edilmiyor. Ve daha başka küçük yaşta olanlarla çok ihtiyar olduğu için Amr bin Cemuh geri gönderiliyor

Fakat bir sahabi, daha onaltısı gibi çocuk sayılacak kadar körpe yaşta olduğu halde O'na izin veriliyor.

İşte manzara:

Umeyr bin Ebi Vakkas'ı ilk müslüman olanların yedincisi; aşere-i mübeşşere'den, bütün gazalarda bulunup kahramanca vuruşan ve islamda ilk ok atma şerefine sahib ağabeyi Sa'd bin Ebi Vakkas'dan dinleyelim:

-Ebu Ukbe kapısında kardeşim Umeyr bin Ebi Vakkas'ı bir kayanın arkasına saklanırken gördüm. "Umeyr ne yapıyorsun orada?" dediğimde; "Resulullah, beni de çocuk sayarak geri gönderebilir. Halbuki ben Allah yolunda şehid olmak istiyorum. O'nun için gizleniyordum" dedi.

-Az sonra o'nu gören arkadaşlarım, Peygamberimize haber verdiler; Efendimiz, Umeyr'i çağırdılar. Resulullah'ın huzurunda ayakta dururken belindeki kılıcın ucu nerede ise yere değiyordu. Yola çıkarken kılıcını kendisi kuşanamamış ben bağlamıştım... Merhamet Sultanı büyük Nebi, Umeyr'e "olmaz, buyurdular. Sen geri dön yaşın daha çok küçük!" Fakat korktuğuna uğrayan Umeyr, ağlamaya başladı. "Ya Resulallah anam-babam sana feda olsun. Lütfen müsaade ediniz. Ben de gelmek istiyorum. Ben de şehid olmak istiyorum! Lütfen beni geri yollamayınız! Şehid olmak istiyorum!"

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu günahsız gencin arzulu yalvarışına; boncuk boncuk akan göz yaşlarına dayanamayarak "peki, dediler, gel"...

.....

O ne coşkun ve parlak îmân ki henüz çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmak üzere iken; onaltı yaşının baharında ölüme koşan; düşmanla çarpışmaya gittiği için değil; gidemediği için billur gözyaşları döken; tarihin kaydettiği en yüksek insan örneklerinden biri ile karşı karşıyayız...Allahım senin ne kahraman kulların var...radıyallahü anh...

.....

Ensar'dan ibni Hiram ve bazı sahabiler Resulullah'ı sevindirmek için şu haberi veriyorlar:

-Cahiliyet zamanımızda yahudilerle çarpışmaya gittiğimiz zamanlarda giderken yine burada; Ebu Ukbe kapısında mola vermiş; kumandanlarımız orduyu denetlemişlerdi. O seferlerden ganimet ve zaferle dönmüştük...inşallah bu defa da biz müminler muzaffer olarak döneriz...

.....

.....

Müslümanların yetmiş deve ve üç atı var.

Atlılar; Mik'dat ibni Esved, Zübeyr ibnil Avvam ve Mersed Ganevi.

Mikdat radıyallahü anh'ın mubarek atının ismi Ba'zce, Zübeyr radıyallahü anh'ınki ise Ye'sub..

Az mü'minde kılıç var. Zırhlı insan sayısı ise onu bulmuyor...

.....

Teftiş bitince yürüyüş başladı. İki üç sahabi bir deveye nöbetleşe biniyorlar.

Fahri Kâinat Efendimiz de bir deveyi Ali bin ebi Talib, Mersed bin ebi Mersed ve Ebu Lübabe ile paylaşıyorlar. Hazreti Lübabe'nin Mekke'ye vali olarak gönderilmesinden sonra O'nun yerini Zeyd ibni Haris aldı. Son Peygamber, iki arkadaşı ile aynı deveyi ortaklaşa kullanıyor; sırası gelince de hayvandan inerek yaya yürüyor... Eshab-ı Kiram efendilerimiz, Peygamberimizden hayvandan aşağı inmemesini; yayan yürüme zahmetine girmemesini istirham ediyorlar.

İşte Âlemlerin Sultanı'nın cevabı:

-Siz yola benden daha çok dayanıklı değilsiniz. Ben de sevaba sizden daha az muhtaç değilim.

.....

Dağlardan Bedr'e varma gayreti ve bu uğurda katlanılan sayısız meşakkat. En münasip yol seçilmesine rağmen bacaklara dolanan dikenli otlar, ayakları kesen bıçak gibi taşlar, dili damağa yapıştıran, ağızda tükrük bırakmayan sıcak hava ve islamiyetin şan ve şerefi için bu zahmetlere severek, gülerek ve bu sıkıntıları nimet bilerek katlanan yüce insanlar.

...bu insanları engin bir muhabbet ve tarifsiz merhametlerle gözden geçiren Allah Resulü dua buyuruyorlar..

-Allahım!

Eshabım aç; yiyecek ver.

Allahım!

Eshabım çıplak; giyecek ver.

Allahım!

Eshabım yaya; binecek ver.

Allahım!

Eshabım fakir; imkân ver...

.....

.....

İslâm istihbarat elemanları Talha ibni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd radıyallahü anhüm, müşrik kervanının iki güne kadar Cebar'dan geçeceğini öğrenince oradan ayrıldılar. Onlar gittikten sonra kervan geldi.

.....

.....

Ebu Süfyan, çevrede müslüman casusu olup olmadığını soruşturuyor. Zira daha Gazze'de iken bazı müslümanların Zül Aşire'ye kadar geldiklerin işitmişti.

Keşdi, bir sır vermediyse de Ebu Süfyan, Cebar'a iki kişinin geldiğini ve meydandaki hurma ağacının altında develerini çökerterek bir mikdar oturmuş olduklarını etraftan öğrendi.

Kervan reisi, denilen yerde inceleme yaptı.

Yerde deve pislikleri vardı. Bunları bir sopa ile karıştırınca Medine hurmalarına ait çekirdekler gördü. "Eyvah demek ki müslümanlar hâlâ kervanı takip ediyorlardı.. Ya beklenmedik bir yerde baskın verip şu koca serveti elinden alırlarsa?" Birden paniğe kapıldı. Mekke'nin her şeyi demek olan bu kervanın Medine'nin eline geçmesi müslümanlara büyük bir maddi güç kazandıracağı gibi, Mekke'yi de iktisadi bakımdan zora sokacaktı.

Hemen Gıfar Aşiretinden Zamzam bin Amr'ı yanına çağırarak vaziyeti anlattı ve eline bir miktar altın tutuşturarak:

-Çabuk Mekke'ye git! Kervanın tehlikede olduğunu; müslümanların bizi takip ettiğini; her ân baskın yapabileceklerini haber ver. Dağ-bayır demeden kestirmeden gitmelisin. Haydi çabuk ol...

.....

.....

Zamzam'ın Mekke'ye gelmesinden üç gün evvel Âtike binti Abdülmüttalip, bir rüya görmüştü; sırlarla dolu bir şey. Sabah kalktığında hâlâ rüyanın tesirinde idi... Abbas bin Abdülmuttalib'e haber göndererek yanına çağırttı.

Abbas:

-Hayırdır; merakta kaldım ya Âtike! Umarım endişe edecek birşey yoktur...

Atike:

-Heyecanın bir faidesi yok kardeşim. Hele önce şöyle bir otur...

-Evet oturdum; seni dinliyorum.

-Tahmin ediyorum ki yakında Kureyş'in başına bir musibet gelecek!

Abbas şaşırdı:

-Bunu da nerden çıkardın durup dururken?

-Hayır kardeşim. Ne durup dururken...Dün gece bir rüya gördüm. Korkunç birşey. Hâlâ tesirindeyim.. Sanki hâlâ o ânı yaşıyorum.

-Korkunç bir rüya! Garip...tez anlat bari. Bir kâhine falan gidelim.. Bir şey yapalım.

-Hayır! Kâhin-mahin istemem. Yalnız kimseye söyleme.

-Söylemem, söylemem çabuk anlat...

-Deve üstünde bir adam gördüm. Deli mi desem, çılgın mı desem, yalancı mı desem. Tuhaf bir insan, üstünde bir acaib kıyafet Ebdah'da durmuş bağırıp çağırıyor: "Ey hayırsız Kureyş! Üç güne kadar savaş meydanında vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!!!" Bu nidayı avazı çıktığı kadar bağırarak üç kere tekrarladı. Kureyşliler başına toplandılar. Sonra adam Mescid-i Haram'a girdi. İnsanlar da onu takip ediyordu. Derken oradan çıktı. Yine aynı şekilde ve aynı sözlerle ve çirkin bir yüzle bağırmaya başladı... Ardından Ebu Kubeys dağının tepesine tırmandı. Malum sözleri ard arda üç kere orada da tekrarladı. Sonra dağın tepesinden şehrin üstüne bir koca kaya yuvarladı... kaya, parçalar saça saça hızla aşağı indi. ...kayadan fırlayan parçaların isabet aldığı her ev çöküyordu.

-Evet müthiş; müthiş bir rüyaymış.. Endişende haklıymışsın.

.....

Abbas, Âtike'nin yanından tuhaf bir ruh hali ile ayrıldı. Rüyanın muamması O'nu da sarsmıştı. Yolda Velid bin Utbe ile karşılaştı. Velid, arkadaşındaki garipliği hemen sezdi.. Abbas, bir şey belli etmemeye çalıştıysa da Velid, O'nu sıkıştırarak meseleyi anladı. Abbas, Velid bin Utbe'den rüyayı kimseye anlatmamasını rica etti. Velid, söz verdi ama; babasına nakletmekten de geri kalmadı..ertesi gün bütün Mekke bu rüyayı öğrenmişti..

Abbas, Kâbe'yi tavaf ederken, Ebu Cehil de bir gurup ahbabı ile ileride oturmuş Âtike'nin dedikosunu yapıyordu..

Abbas'a seslendi:

-Ya Ebel Fadl!! Tavafı bitirince yanımıza gel..

-Olur; geliyorum.

.....

Abbas, Ebu Cehil'in yanına gidince hiç beklemediği bir sualle şaşırdı:

-Şimdi de Abdülmuttaliboğulları ortaya kadın peygamber çıkardı öyle mi ya Abbas?

-Anlamadım! Bu ne demek? Açık konuş..

-Atike'nin şu malum rüya meselesi...

-Ne rüyası?

-Ne rüyasımış! Aranızdan bir erkek peygamber çıkardığınız yetmezmiş gibi şimdi de kadın peygamber safsatası öyle mi?

-Hayır; iftira!

-Âtike, güya rüyada görmüş ki biri: "Ey Kureyş üç güne kadar vurulup düşeceğiniz yerlere yetişin" diyormuş. Göreceğiz eğer doğru söylüyorsa elbette şu günlerde bir şeyler ortaya çıkar. Fakat üç gün geçmesine rağmen herhangi bir fevkaledelik olmazsa ne yapacağımızı biliyoruz...

-Ne yapacaksınız?

-Arablar arasında Abdülmuttalip kadınlarından daha yalancı insan olmadığına dair bir yazı hazırlatarak bunu her tarafta dolaştıracak ve sonra da götürüp Kâbe duvarına asacağız!!!

Abbas sertleşti:

-Yalancı sen ve kabilen Mahzumoğullarıdır! Aşağılanmaya layık olan da sizlersiniz!..

-Ey Abbas şunu bilki şan ve şerefte biz sizinle yarışıyoruz. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'de zemzem dağıtma işi bizdedir." Biz de diyoruz ki bu bir fazilet değildir. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'nin kapıcılığı ve perdedarlığı bizdedir." Bizim kabile de diyor ki bu övünülecek bir üstünlük değildir. Siz diyorsunuz ki "Meclis toplama işi bizdedir." Biz de diyoruz ki ahaliyi toplayıp yemek ve hurma yedirmek bir şeref değildir. Sonra iddia ediyorsunuz ki "Kâbe ziyaretçilerine ziyafet vermek vazifesi bizimdir." Biz de diyoruz ki biz de insanlara yemek yediriyoruz...

-Bitti mi?

-Şunu kafanıza koyun ki ey Abbas! Biz Abdimenafoğulları, şan ve şerefte Abdülmuttalipoğulları ile aynı seviyeye gelinceye kadar hep yarışacak ve peşinizi bırakmayacağız. Bunu anladığınız için "bizden bir Peygamber çıktı diyorsunuz"...bu bozgunculuğu yapmanız yetmezmiş gibi şimdi de "kabilemizden kadın peygamber de çıktı" demeye başladınız.. Hayır! Lat ve Uzzaya ondulsun ki bunlar doğru değil. Abdülmuttalipoğulları bizi geçerek insanları aldatamaz, onların yalanlarını herkese göstereceğiz!!!

.....

O akşam hadiseyi işiten Abdülmuttalip kabilesinin kadınları Abbas'ın başına üşüştüler. Demediklerini bırakmıyorlar:

-O şeytan yüzlü adam, Abdülmuttalip erkeklerine saldırırken sen sustun ha! Yazıklar olsun ey Abbas! Biz ki seni bahadır bilirdik...

-Sadece erkeklere mi? Ebu Cehil mel'unu Abdülmuttalip kadınlarına da hakaretler yağdırmış. Ama Abbas yine O'na birşey yapmamış..

-Yazıklar olsun! Bir ******** sefil adam bizlere demediğini bırakmayacak da kabilemizin erkekleri sus-pus olup çıt bile çıkarmıyacak!... Vah başımıza.

-Ey ahirete göçmüş Abdülmuttalip oğulları! Mezarınızdan kalkın da Ebu Cehile karşı bizi siz koruyun bari...

Kabile damarları kabaran kadınların sözleri gibi gözleri de şimşek çakıyor; bazıları dizlerini dövüyor; bazıları saçlarını yoluyor.

Beklemediği bir söz taarruzunun altında ezilen Abbas bin Abdülmuttalip ancak şunu diyebildi:

-Ben, O'na yarın ne yapacağım göreceksiniz!... Yeter ki aynı şeyleri bir kere daha desin!

Âtikenin rüyasının üçüncü günü sabahında Abbas kan beynine sıçramış halde Mescid-i Harama gitti. Ebu Cehil oradaydı. Aynı sözleri bir kere daha söylettikten sonra haddini bilmez bu azgına çullanarak esaslı bir meydan dayağı atacaktı.

Abbas, Ebu Cehil'e doğru yürürken O, birdenbire bir sesi dinliyormuş gibi yaparak Sehmoğulları Kapısı'na doğru fırlayarak Mescid-i Haram'dan çıkıp gitti..

Abbas kendi kendine "vay saldırgan korkak vay!.. Niyetimi anlayınca nasıl da bir anda kaçıp kayboldu" diye düşündü..

Ebu Cehil suratsızı, kimseden kaçmıyordu. Abbas, kendine doğru gelirken bir takım sesler işitmiş ve oraya doğru koşmuştu. Sesin sahibini görünce olduğu yerde dona kaldı. İşte meşhur rüyada tasvir edilen adam şurada bağırıp duruyordu.

Üstündeki gömleğin önünü ve arkasını yırtmış, devesinin semerini ters vurmuş Zamzam, sanki o rüyadan ve rüyadaki adamdan haberliymiş ve sanki onun taklidini yapıyormuş gibi aynı çılgın tavırlar ve aynı şaşırtan manzara ile avaz avaz bağırıyor ortalığı mübalağalı bir şekilde velveleye veriyordu...bunlar bir samimiyetin sıcak çığlıklarından çok avucuna sıkıştırılan dinarların iki yüzlü bağırtısı idi.

-Heyy Kureyş! Şam kervanı tehlikede! Müslümanlar, kervanı bastı basacak! Durmayın, çabuk Ebu Hanzala'nın imdadına yetişin! Yetiştiniz yetiştiniz. Yetişemezseniz kervan, müslümanların eline geçecek! İmdat! Durmayın! İmdaaat!!!...



 

mum

Üye
Fahri Üye
Katılım
20 Mayıs 2014
Mesajlar
8,812
Tepkime puanı
10
Puanları
131
Konum
Ankara
HZ. MUHAMMED (sav)'İN HAYATI (571-632)

Hz. Muhammed (sav) Mekke'de doğdu. 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik hayâtının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçti. Medine'de 63 yaşında vefât etti. Bu sebeple:
Hz. Muhammed (sav) 'in hayâtı (571-632):
a) Peygamberliğinden Önceki Hayâtı (571-610),
b) Peygamberlik Devri (610-632) olmak üzere iki kısma ayrılır.

Peygamberlik devri de:
a) Mekke devri (510-622)
b) Medine devri (622-632)
olarak iki döneme ayrılır.

Bu sebeple Siyer ve İslâm Târihi ile ilgili kitaplarda, Rasûlullah (sav)'in hayâtı, "Peygamberlikten (Bi'setten) öncesi" ve "Peygamberlik devri" diye iki devreye ayrılarak incelenmiştir. Peygamberlikten önceki hayatını da:
1- Çocukluk devresi (8 yaşına kadar olan süre),
2- Gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre),
3- Evlilik dönemi (25-40 yaşı arasındaki devre) olmak üzere genellikle üç bölüme ayırmışlardır.

Peygamber olduktan sonra, "Mekke Devri"nde geçen olayları incelerken, târihbaşı olarak, Peygamberliğin (Nübüvvetin) l. 2. veya 5 inci yılı gibi, Nübüvvetin başlangıcını; "Medine devri" olaylarında ise,-Hicretin, 1., 2. veya 3 üncü yılı şeklinde Rasûl–i Ekrem (sav)'in Hicret olayını esâs almışlardır.





 

Users Who Are Viewing This Konu (Users: 0, Guests: 1)

Üst