Hızlı Konu Açma

Hızlı Konu Açmak için tıklayınız.

Son Mesajlar

Konulardaki Son Mesajlar

Reklam

Forumda Reklam Vermek İçin Bize Ulaşın

İlginç Bilgi Arşivi | DEV KONU

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Antarktika’da hiç kar tutmayan ilginç vadi[/h]Antarktika, Güney Yarımküre’nin en güneyinde bulunan ve içinde ülke bulunmayan, dünyanın en kurak tek kıtası. Buz kalınlığının neredeyse 5 kilometre olduğu, yeryüzünün en soğuk kıtası Antarktika’da bulunan bir tek vadiye hiç bir zaman kar yağmıyor. Antarktika, Victoria Topraklarındayeralan ve hiç kar tutmayan bu ilginç vadi’nin adı Kuru Vadi (Dry Valley).
Son yağmurun bile 2 milyon yıl önce yağdığı McMurdo Kuru Vadileri içinde yer alan bu ilginç vadiyaşam şartları bakımından, Dünya’nın Mars’ı olarak da adlandırılıyor. McMurdo boğazının batısında kalan Kuru Vadi dünyanın en kuru ve en kurak bölümü. Sanki Dünya’ya ait değilmiş gibi gözüken uçsuz bucaksız bu kum çölünde hiç bir hayvan barınamıyor. Çevrede sadece rüzgarın etkisiyle çanak şeklini almış ilginç kayalar, kum ve artık sadece iskeletleri kalmış ölü fok balıkları bulunuyor.
Saatteki hızı 300 km.’ yi bulan Karabatik Rüzgarı bu bölgede oldukça etkili. Bölgedeki volkanik gaz delikleri de bir hayli ilginç. Vadinin hiç kar tutmamasının nedeni ise sert esen Karabatik Rüzgarları. Bu rüzgarlar nedeni ile vadiye hiç kar düşmüyor ve burası dünyanın en kuru yeri olarak adlandırılıyor.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Kuru Vadiyi biraz daha gizemli yapan bir başka şey ise, hiç bir zaman yağmur ve kar düşmeyen bu ıssız çölün üstünde oluşmuş bir göl. Bilim insanları gölün kaynağının yerin altında olduğu tahmin ediyor ve burada başka bir canlının yaşayıp yaşamadığı konusunda araştırmalarını sürdürüyor. Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda bulunan tek yaşam belirtisi ise çevreye göre daha nemli olan bazı kayalarda rastlanan, besin üretirken ışıktan enerji alan bakterilerin yaşaması.
Önceki yazımız

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun

hakkında enteresan ve ilginç bilgiler vermektedir.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Fast Food Restoranlarının logoları neden kırmızıdır ?[/h]Fast Food’dan bazen kaçamıyoruz. Kaliteli bir hamburger ve sıcacık bir patates kızartması maalesef her zaman lezzetli görünebiliyor. Üstelik de zincir restoranlar kendi markalarını daha görünür ve akılda kalıcı olması için her türlü reklam, slogan ve satış tekniğini deniyorlarken Fast Food Restoranlarındanuzak durmak kimileri için oldukça zor olabiliyor.
Çevremizde insanlarla olan etkileşimimiz dışında, çevremizdeki nesnelerin de bizim üzerimizde bir etkisi var mıdır ? Büyük firmalar ve restoran zincirleri, nesnelerin ve renklerin insanlar üzerindeki etkisini araştırmak için büyük paralar ödüyorlar. Amaç ? Tabi ki daha çok para kazanmak. Peki, Fast Food Restoranlarının neden hep kırmızı mobilyalarla döşendiğini veya logolarının neden hep kırmızı renkler içerdiğini hiç merak ettiniz mi ? Bunun nedeni firmaların kendi restoranlarına her seferinde tekrar dönmenizi sağlamak ve onları tercih etmeniz için kafanızda yer etmekten başka bir şey değildir.
PEKİ KIRMIZININ İNSANLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ NEDİR ?
Renklerin psikolojimizi etkilediği uzun yıllardır süren bir araştırma konusu. Mesela devlet adamları ya da diplomatlar halka konuşma yapacakları zaman hep mavi tonlarda kıyafetler tercih ederler. Bunun nedeni mavi rengin güven veren bir renk olmasıdır. Fast Food firmalarının ise logoları da dahil,restoranların iç ve dış dekorasyonunda hep kırmızı kullanıyor olmaları bir tesadüf değildir. Çünkü kırmızı tutkunun rengi olmasının dışında iştah açıcı bir renktir. Bu nedenle çoğu gıda firması (ambalajları da dahil olmak üzere) ve Fast Food Restoranı hep kırmızı rengi tercih eder.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Hiç fark ettiniz mi ? Fast Food Restoranlarında hiç birimiz çok uzun süre oturup, yemeğimizi yavaş ve keyifli bir şekilde yemeyi tercih etmeyiz. Her ne kadar “fast food” konseptinin altında yatan şey hızlı yemek yemek olsa da, dekorasyonda kullanılan detaylar ve renkler zaten bizim Fast Food Restoranlarında uzun süre oturmamıza izin vermez. Hızlıca yemek yiyerek kalkmamıza neden olan şey ortamda kırmızı rengin yoğun oluşudur. Kırmızı renkler bilinç altımıza “Çok ye ve hızlı kalk” sinyalini verir.
Renk kullanımının dışında elbette Fast Food Restoranlarının akıllarımıza girmek için kullandığıbaşka satış teknikleri de vardır. Bu satış teknikleribizleri daha çok satın almaya iterken aynı zamanda ürünler ile de bir bağ kurmamızı sağlarlar. İstesek de istemesek de özellikle Fast Food Restoranlarında karşılaştığımız bu satış tekniklerinin en önemlileri şunlardır :
Yemeği arzu nesnesi haline getirmek :
Vurucu sloganlara çok sık rastlanıyor. “… gibisi yok”, “…. seni çağırıyor” gibi. Kelime seçimleri ürüne öyle anlamlar katıyor ki yediğimiz hamburger ya da pizza sadece bir yemek değil aynı zamanda bir arzu nesnesi haline geliyor. Yediğimiz burger sadece bir burger değil bir deneyim olarak pazarlanıyor.Üstelik bu deneyim alabildiğine subjektif, kişisel bir deneyim.
Her zaman menü boyutu arttırmanın teklif edilmesi :
Yemeğinizi seçtiğiniz anda karşınıza gelecek soru hazır: “… fiyata menünüzü büyük seçim yapmak istemez misiniz ?” Fast Food Restoranlarının en çok kullandığı taktiklerden birisi de budur. Aslında basitçe sunulan teklif şu, daha az paraya daha büyük miktarlarda yiyecek almak. Fakat sakince bir düşünelim ; ödediğimiz para ne olursa olsun artacak, ayrıca karşılığında aldığımız da sadece daha fazla kalori. İçeceğinizi iki katına çıkarmak belki kuruşlarla ya da liralarla ifade edilecek küçük bir meblağ olabilir ama alacağınız kalori en az 400 daha fazla olacak.
Lezzetli kokularla baştan çıkarmak :
Restoranlar kokuların öneminin uzun zamandır farkındalar. Lezzetli kokular her zaman iştah açıcı ve gerçekten işe yarıyor. Sadece bunun için bile kendi ürünlerinin kokularının dışında ortamı kokuya boğacak ekstra yöntemler de kullanılabiliyor. Bazı koku üreten firmalar lezzetli hamburger, patates kızartması, patlamış mısır ya da waffle kokularını yapay olarak üretebiliyorlar. Restoran zincirleri bu koku üreticilerinin materyalini kullanarak kendi ürünlerinin kokularıyla birleştirip daha da etkili hale getirebiliyorlar. Bu cezbedici kokuların da etkisiyle salata yerine büyük boy patates kızartması seçme şansımız da artıyor.
Çocukları oyalayacak ortamı sunmak :
Ailenizle beraber bir Fast Food Restoranına gittiğinizde çocuk menüsü ve oyuncağı çocuğunuza yetmeyebilir. Fakat opsiyonlar bitmiyor oyun parkları, top havuzları çocukların ilgisine sunuluyor. Aileler için çocuklarının 1 saatlik eğlencesi hem çocuk için hem kendi yemeklerini yiyip sohbet edebilmek için cazip görünüyor. Hatta o kadar cazip ki çocuklar yemeklerden çok bu aktiviteler için ailelerinden yemeğe gitmeyi talep edebiliyorlar.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Açlığı tetikleyecek renk seçimleri :
Şimdi gözünüzün önüne büyük Fast Food zincirlerinin logolarını getirin. Bir benzerlik dikkat çekici olacaktır, renk seçimleri üç aşağı beş yukarı aynı. Çünkü bilimsel olarak da bilinen bir gerçek şu ki, kırmızı ve sarı renkleri açlığımızı tetikleyen renkler. Sarı renk daha çok yemek istemenizi sağlayacak çünkü bu rengi görmek beyinde mutluluk hormonu serotoninin salgılanmasınısağlıyor. Kırmızı renk ise vücut tepkilerini hızlandırıyor ve daha etkili hale getiriyor. Peki ne mi oluyor ? Büyük boy bir burger’ı 2 dakikada mideye indirmiş oluyorsunuz.
Hızlı tempolu müzikler çalmak :
Yapılan araştırmalara göre restoranlarda çalınan hafif müzikler insanların daha az yemek yemesine neden oluyor. Bu nedenle Fast Food zincirleri kendilerine yakışan bir şekilde hızlı tempolu müzikler ile iştahınızı açmayı ve kısa sürede tüketimi gerçekleştirmenizi hedeflerler.
Yapay tatlandırıcılarla lezzeti arttırmak :
O patates kızartmasının lezzetini farklı yapan nedir ? Biliyoruz ki yağ, şeker ve tuz her yemeği dahalezzetli ve daha bağımlılık yapacak hale getirici yapabilir. Ama biliyoruz ki tatlar sadece doğal ürünlerden gelmiyor. Çok çeşitli yapay tatlandırıcılar bu restoranların ürünlerinin lezzetinde önemli yer tutuyor. Hatta öyle maddeler kullanılabiliyor ki, bazı bilimsel araştırmalar sonuçların uyuşturucu madde bağımlılıklarına yaklaştığını gösterebiliyor.
Grup aktivitelerini teşvik etmek :
Tek başına yemek yemek hepimiz için sıkıcı fakat yalnız yemek yemek aslında daha sağlıklı. Araştırmalar gösteriyor ki insanlarla beraber yemek yediğimiz zaman %30 oranında daha fazla tüketiyoruz. Eğer yanınızdaki kişi bir tatlı alma niyetine giriştiyse sizin de ona katılmanız çok zor olmuyor. Bu kalabalıklar artınca miktarlar da yükseliyor. Araştırmalar 7 ya da daha fazla kişiyle yemek yendiği zaman kalori bazında tüketimin %90 lara varacak miktarda artabildiğini gösteriyor. Fast Food Restoranları da bu tüketimi teşvik etmek için ellerinden geleni yapıyorlar : Geniş masalarda, garsonlarla ve hesaplarla uğraşmak zorunda kalmadan, toplu menülerde indirim yaparak her seferinde daha fazla tüketmeniz için uğraş veriyorlar ! Ne kadar kalabalık varsa hem miktarca, hem sayıca o kadar fazla tüketim olacaktır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Menülerde yer alan görsellerin uzmanlar tarafından hazırlanması :
Yıllardır bir konuda yakınıp dururuz; sipariş verdiğimiz ürünlerin fotoğraflarda görünenlerine benzememesi. Burada Fast Food markaları bir yandan ürünlerinin içindekini tam olarak gösterebilmek bir yandan da çılgınlar gibi canınızı çektirmek için yüksek kalite ve görsellikle fotoğraflar hazırlarlar. Siz de akan cheddar peynirin burger’ınızda akamayışını izlersiniz.
Sıfatlar ile daha egzotik bir hava yaratmak :
Tüm o sevdiğimiz yiyeceklerin bir sıfatı vardır. Çok taze, çok lezzetli, ferahlatıcı… Hatta bazen ürünün kendisinin önüne geçen isimleri bile vardır. Burada hedef sizi ürünün lezzetine ve diğer özelliklerine inandırmaktır. İsim size ne kadar güzel ve egzotik geliyorsa satın alma ihtimaliniz o kadar artar.
Önceki yazımız

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun

hakkında ilginç ve enteresan bilgiler vermektedir.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]İstanbul Boğazı’nın donarak buz tuttuğu yıllar[/h]İstanbul Boğazı, konumu itibariyle her zaman ani hava değişiminin mekanı olmuştur. Bu yüzden tarihte İstanbul Boğazı’nda bir çok çetin kış mevsimine rastlanılmaktadır. Elde edilen bilgilere göre İstanbul Boğazı dört büyük kışa maruz kalmıştır. Bu dört zaman diliminde de İstanbul Boğazı donarak buz tutmuş, Anadolu ve Avrupa Kıtaları tek bir kara halini almıştır.
Tıpkı Halley kuyruklu yıldızı, kocaayak ya da uzaylılar gibi, pek çok şahidi olduğu bilindiği halde sık karşılaşılmadığı için bir rivayet, efsane, masal muğlaklığıyla değişe değişe kulaktan kulağa dolaşan,İstanbul Boğazı’nın donarak buz tutması ile ilgili ilk vaka 401 yılında Bizans İmparatoru Arkadius zamanında gerçekleşmiştir. Bu tarihte denizin yirmi gün boyunca donduğu söylenilmektedir.
İkinci olarak Genç Osman’ın dönemi olan Ocak 1621 tarihinde İstanbul çetrefilli bir kış mevsimi yaşamıştır. Onaltı gün boyunca aralıksız yağan kar, Haliç’in tamamen donmasına sebebiyet vermiştir. Aynı şekilde İstanbul Boğazı, küçük bir nehir halini almıştır. Boğazın suları sadece bu nehir gibi akan dar alanda görülebilmiştir. İnsanlar Üsküdar ile Galata arasını yürüyerek rahatlıkla geçer hale gelmiştir. Tabi ki bu buzlanma Karadeniz ile Marmara Denizi arasındaki iaşe sevkiyatını olumsuz yönde etkilemiştir. Gıda ihtiyacını çoğunlukla dışarıdan karşılayan İstanbul halkı, kıtlıkla yüzleşmiştir. Tarihçi Tuği Musibetname adlı eserinde bu vakayı şöyle anlatır ;
1621 senesinde Boğaziçi dondu. Üsküdar ve Beşiktaş arası kara olup, üzerinde adamlar gezip, Üsküdar’dan İstanbul’a gidip gelirlerdi.”

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Tarihin üçüncü büyük kışını İstanbul 1929 yılında yaşamıştır. Hem karadan, hem havadan, hem denizden saldıran bu felaket (hatta hem de ‘ateşle’ : 21 Ocak 1929 gecesi, kar bütün şiddetiyle yağmaya devam ederken, Tatavla’da yangın sonucu tam 216 ev kül olmuştur) insanları “mahsur ve mahzun” bırakmıştır. Kar ve tipi bütünAvrupa’yla beraber Türkiye’yi de kasıp kavuruyor, yollar kapanıyor, tepelerindeki kar yükünü taşıyamayan ahşap evler çöküyor, her gün birkaç kişi donarak ölüyor, vapurlar çarpışıyor, İstanbul’a aç kurt ve yaban domuzu sürüleri iniyor, banliyö trenleri kara saplanıyor, su boruları patlıyor, Şehremaneti nereye, nasıl yetişeceğini bilemiyormuş.
İstanbul’un bu çetin sınavı bu kadarla da kalmamış ;13 Ocak’ta Trabzon’dan gelen Sakarya vapurunun güvertesindeki koyunların bir kısmı şiddetli dalgalar sonucu denize dökülmüş, 1 Şubat günü, kış beklenenden şiddetli geçtiği için camilere mahya kurulamayacağına karar verilmiş, ekmek yoğurma makineleri elektrikler bir önceki gece kesildiği için çalışmamış ve bu yüzden 3 Şubat günü fırıncılara ekmekleri elleriyle yoğurmaları talimatı verilmiş, 11 Şubat günü defnedilmek üzere Topkapı mezarlığına getirilen cenazeler, yoğun kar yağışı yüzünden ertesi gün gömülmek üzere mezarlıkta bırakılmış.
28 Şubat’ta Rusya ve Bulgaristan sahillerinden kopan büyük buz kütlelerinin İstanbul Boğazı’na doğruyola çıktığı haberi alınmış ve 1 Mart günü Boğaz buzların istilasına uğramış. 8 Mart sabahı 1929 yılının son karı serpiştirmiş ve 12 Mart’ta, Ramazan Bayramı’nın ilk günü, nihayet kış sona ermiş.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Tarihin dördüncü büyük kışı, belki de sadece çocukların hayal gücünde olabilecek nitelikteki İstanbul Boğazı’nın donması olayı ise 1954 yılında yaşanmış. İstanbul Boğazı birkez daha donarak buz tutmuş. Daha önce İstanbul 1954 kışı kadar hiç üşümemiş. Bundan altmışbir yıl önce yaşanan bu kışı büyüklerimiz bilirler. Bu günlere dair anlatılan en önemli şey ise “İstanbul Boğazı’nın donarak buz tutması” olayıdır.
23 Şubat tarihinde başlayan şiddetli kar fırtınası hayatı felç etmiş, vapur ve uçak seferleri iptal edildiği için İstanbul’da yaşam adeta durmuş. Tuna Nehri’nden kopup Karadeniz’den boğaza geçiş yapan buz kütleleri, boğazı kapatmış. 25 Şubat tarihinde ise yüksek derecede soğuğun da etkisiyle deniz donmuş,insanlar rahatlıkla Anadolu yakasından yürüyerek Avrupa yakasına geçme imkanı bulmuşlar.
Dünya tarihinde şu ana kadar denizin donması ile ilgili hiçbir kaynağa rastlanılmaz. 1954 Şubatı’nınsonlarında da böyle olur. İstanbul Boğazı, 1954 yılında Tuna ve Karadeniz’e akan diğer nehirlerin donması sonucunda nehirlerdeki su trafiğinin yeniden başlaması için patlatılan bombalarla kırılan buz kütlelerinin doldurması ile bu hale gelir. Nehirdeki buzların denize itilmesi ve Karadeniz’deki akıntı sayesinde yer yer 15-20 metre genişliğinde buz kütleleri bir süre sonra İstanbul Boğazı’na gelir.
1954 yılının Şubat ayı gazeteleri incelendiğinde şehrin dondurucu bir soğukla karşı karşıya olduğunu, odun ve kömür bulunmada zorluk çekildiğini ve bazı fırınlarda ise ekmek yapmak için un bulunmadığı yazar. En şiddetli İstanbul kışının ilk haberini “İstanbul Ekspres” adlı gazete verir. 23 Şubat tarihli gazete, bir önceki gün çekilmiş uçurtma uçuran bir çocuğu gösteren bir fotoğraf yayınlar ve havanın değişkenliğine dikkat çekerek “Hava gene karardı. Şehir şu saatte beyaz bir örtüye bürünmüş bulunuyor” der ve bir önceki günün bahardan kalma bir hava olduğunu vurgular. Aynı gazete 24 Şubat tarihinde bir önceki gün başlayan tipi ve kar yağışının hala devam ettiğini ve tipi yüzünden şehir hatları vapurları seferlerinin yapılamadığını yazar. Şehir içindeki durum ise şöyledir; “Şiddetle yağan karda İstanbul’da hayat felce uğramış, bu arada otobüslere zincir takmak bir hayli uzun sürdüğünden halk vesait sıkıntısı çekmiş ve bazı şoförler bunu fırsat bilerek dolmuş ücretlerini arttırmışlardır”, gazete,İstanbul Boğazı’nı kaplayacak olan buzlardan habersiz olarak yoğun kar yağışı altında yaşanan zorlukları vurgular. İstanbul Boğazı’nı kaplayacak olan buzlardan ilk defa şöyle bahsedilir; “Sertleşen hava Karadeniz’in buzlarla donmasına sebep olmuştur. Bunlardan bir kısmı İğneadası civarına kadar inmişlerdir” verilen bu haberden sonra İstanbul tarihi bir şoka uğrar. 24 Şubat’ın akşam saatlerindeBoğaz’a buz parçaları girmeye başlar. Gece 22:00’de buzlar Tarabya Koyu’nu doldurur. 24:00’te isebuzlar Kanlıca ve Anadolu Hisarı’nı geçerek Kandilli’ye kadar ilerler. Gazetede şöyle bir notta bulunmaktadır ; “Buz parçaları ufak olmakla birlikte söylendiğine göre daha büyük kütleler gelecek, deniz münakalesi (ulaşımı) tamamen duracaktır” der ve gerçekten de ertesi gün dev buz kütleleri İstanbul Boğazı’na girer.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


“Gece Postası” gazetesi ise 25 Şubat 1954 tarihli sayısında buzların üç motoru parçaladığı, Boğaz’da verilen kurbanların sayısının belli olmadığını yazar. Aynı tarihli “Akşam” gazetesi ise buzlar arasında cesetlerinde görüldüğünü yazar. İğneada’da ise buzlardan sıkışıp kalan bir geminin mürettebatının kendilerini buzların üstüne atıp yürüyerek sahile çıktıklarınıyazar. Bazı haberlerde ise komik unsurlar ortaya çıkar ; “Boğaz’daki bu görülmedik olayı seyretme merakına düşen binlerce kişi bu sabah Boğaz sahillerinde görülmedik manzarayı temaşaya koşmuşlar, bilhassa Sarayburnu’na yığılan halk, burada daha vahşi bir güzellik olan buz deryasını içleri titreye titreye seyretmişlerdir”. Çekilen fotoğraflarla da bu kış, tarihe İstanbul Boğazı’nın donarak buz tuttuğu yıl olarak kazınmıştır.
Önceki yazımız

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun

hakkında enteresan bilgiler vermektedir.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Bisikletin icadı ve tarihi[/h]Bilindiği gibi Bisiklet ya da popüler olmayan eski adıyla velespit ; motorsuz, iki tekerlekli, pedallı, insan gücü ile ilerleyen bir ulaşım aracıdır.
Bugün yeryüzünde 100 milyondan fazla bisiklet bulunmaktadır. Caddelerin her gün yeni yeni otomobillerle dolup taşmasına, son modellerin bütün rahatlık ve gösterisine rağmen insanların en çok tuttuğu taşıt yine de bisiklettir. Bisikletin özellikle şehir içinde sağladığı kolaylıkları düşünecek olursak bunların bir otomobilin sağladığı imkânlardan hiç de aşağı kalmadığını görürüz. Örneğin, bisikletnispeten basit bir makinedir. Uzun ve pahalı bir bakım gerektirmez. Üstelik çok az yer tutar. Bir duvar kenarına ya da bir apartman holüne rahatça bırakılabilir. Trafiğin sıkışık olduğu bir caddede sıralanmış otomobilleri düşünün. Bisikletli biri bütün bu taşıtların arasından kolayca sıyrılarak kendine yol bulup ilerleyebilir. Aslında bisikleti karıncaya benzetmek hiç de yanlış olmaz. Kendinin 10 katı ağırlığındaki yükü taşır, karıncadan çok daha hızlı yol alır… Bisikletle saatte 15-20km’lik bir hız sağlamak isterseniz yürürken harcadığınız enerji kadar bir enerji sarf etmeniz yeterlidir. Yerin düz veya çukurlu oluşu bisiklet için hiçbir engel teşkil etmez. Bisiklet hiçbir taşıtın giremediği yerlere kolayca girip çıkabilir. Açık havada yapılan bir bisiklet gezintisi, bize tabiatın güzelliklerini içimize sindire sindire seyretme imkânı sağlar. Gittikçe telaşçı ve aceleci olan çağımızda bisiklet özgürlük ve iç huzurun bir timsalidir.
BİSİKLETİN İCADI VE TARİHİ

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Tekerleğin pek eski çağlarda meydana getirilmiş olmasına rağmen bisikletin icadı çok yeni sayılır. Bisikletin icadı konusunda tarihçiler arasında tam bir fikir birliği yoktur ve ileri sürülen tarihler tartışmalıdır. Bisiklet, tek bir mucit tarafından icat edilmemiş, tarih içerisindeki pek çok farklı çabanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bisiklete benzer araçların ilk olarak 18’inci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktığı görülmektedir.
1791
Bisiklet Fransa’da doğdu. İki tekerlekli bir oyuncak yapmayı düşünen Sivrac Kontu ilk olarak “bisiklet”fikrini de gerçekleştiriyordu. Pedalı olmayan bu acayip makinenin (Celerifere) üzerine oturan kimsetaşıtı ayaklarıyla yeri teperek yürütmek zorundaydı. Ancak bildiğimiz anlamda bisikletin başlangıç tarihi 1817 yılı olarak kabul edilebilir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1817
Sürücüsü tarafından itme gücü sağlanan iki tekerlekli ve kanıtları tartışmalı olmayan ilk taşıt,Alman Baron Karl von Drais de Sauerbruntarafından icat edildi. İki tekerlekli taşıtın üzerine bir gidon ve bir sele oturtan Von Drais, aracınıLaufmaschine (koşu makinası) olarak adlandırdı, çünkü tahtadan yapılmış aracın sabit bir gidonu vardı, fakat hareketi sağlamak için pedalları yoktu. Binici, ayakları ile yerden güç alıyor, bir denge tahtası binicinin kollarını destekliyordu. Zamanla bu isim yerine draisienne ve velosipede isimleri daha popüler hâle geldi.
Drais, 1817 yılında aracı 14 km boyunca kullandı ve 1818 yılında Paris’te sergiledi. Von Drais aracının patentini aldı, ancak kısa sürede kopyaları Avusturya, Birleşik Krallık, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi pek çok ülkede türedi ve önceleri halkın büyük bir tedirginlikle karşıladığı bu araç sonraları moda oldu.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Pierre ve Ernest Michaux adında baba-oğul iki FransızDraisienne’nin ön tekerlek göbeğine pedal taktılar. İşte bu olay, gerçek bisikletin doğuşuydu. Böylece aracı sürerken insan enerjisinden düzgün bir biçimde yararlanmak mümkün oluyordu.
Bundan sonra bisiklet merakı bütün Avrupa’da çok daha hızlı yayılmaya başladı. Michaux’larin Velo adini verdikleri taşıt Velocipede ismi altında İskoçya’ya girdi. Kirkpatrick Mac Millan adında birinin propagandası bu ülkede de Velosiped salgınına sebep oldu.
1864’te Michaux’lar Fransa’da bir Velo fabrikası kurdular. O yıl 142, ertesi yıl da 400 Velo yapan fabrikada 200 işçi çalışıyordu.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1865
İngiltere’de Velocipede yapımı işine ilk olarakCoventry Dikiş Makineleri Şirketi el attı. Demir telli tahta tekerleklerden meydana gelen bu basit taşıta “sarsak” adı takılmıştı. 1868 yılında, tel çubukla hafif metal tekerlekler ve dolgu lastikler kullanılmaya başlandı.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1875
Bu tarihe kadar yapılan Velocipede (velospit)’lerde pedalın bir dönüşü tekerleği de ancak bir defa döndürebiliyordu. Bundan ötürü Velocipedein hızının ön tekerleğin büyüklüğüne bağlı olduğu sanıldı yani tekerlek ne kadar büyürse taşıt da o kadar hızlı gidecek diye düşünüldü. Böylece ön tekerleğin çapı 75 santimden 162 santimetreye kadar artarken arka tekerlek de 30 santimetreye kadar küçüldü. Artık Velocipede bütünüyle oransız bir biçim almıştı. Üstelik bu kadar yüksek bir bisikletin üzerine çıkıp oturmak ancak çok uzun boylu kimselerin başarabileceği bir işti (Kısa boylular üç tekerlekli velocipede’le yetinmek zorundaydılar).
Ayna dişlisinin ve rublenin icadı bu acayip duruma son verdi. Ayna dişlisi kadro üzerine takılan pedallara, daha küçük olan ruble de arka tekerlek göbeğine takıldı. Her iki dişli bir zincir aracılığıylabirbirine bağlandı. Öndeki büyük dişliyi pedalla bir defa döndürmek arkadaki küçük dişlinin birkaç defa dönüşünü sağlıyordu.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1888
19’uncu yüzyılın çukur ve hendekli yollarında tahta tekerlekli velocipedele dolaşmak bir zevk olmaktan çok bir eziyetti. İşte bu tarihlerde J.B.Dunlop adında bir İngiliz’inönemli bir buluşu velocipede’i sarsıntılı bir taşıt olmaktan çıkararak rahat ve kullanışlı bir duruma getirdi. Bununla birlikte velocipede’in karsılaştığı zorluklar bitmiş değildi. Arka tekerlekler, ayna dişlisinin yardımıyla dönerken pedallar da beraber dönüyor, yokuş aşağı inerken bile pedal çevirmek gerekiyordu.
1900 yılında arka göbek’e uygulanan bir düzen, rubleyi arka tekerlekle birlikte sürekli olarak dönüştenkurtardı. Böylece pedalların gerektiğinde kullanılması sağlanmış oldu. Bugünkü görünüş ve yapısını kazanan Velocipede (velospit)’e daha sonraki yıllarda bisiklet adı verildi : (Lâtince, bi = çift, iki ; Yunanca, kukos = daire, tekerlek).
2015
Günümüzde çok gelişmiş olan bisikletler dağ bisikleti, yarış bisikleti, model model çocuk bisikleti, şehir ve yol bisikleti, fitness bisikleti, elektirikli bisiklet, hizmet bisikletleri olmak üzere bir çok alanda kullanılır.
Önceki yazımız

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun

hakkında ilginç ve enteresan bilgiler vermektedir.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]2 bin yıl sonra ilk kez gün ışığı gördü[/h]İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteklediği İzmir Agorası kazılarında, Romalılar’ın birçok karar aldığımeclis yapısı da gün ışığına çıkarıldı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sürdürülen Smyrna (İzmir) kazı çalışmaları kapsamında İzmir Agorası’nın gün yüzüne çıkarılması için desteklerini sürdürüyor. Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Smyrna Antik Kenti kazı ekibi tarafından yürütülen kazılarda yüzde 50 düzeyine gelindi. Önümüzdeki 5 yıl içinde Agora’nın tamamının önemli ölçüde gün ışığına çıkarılması hedeflendi.
Bugüne kadar Agora Meydanı’nı çevreleyen Batı Portiko (Romalılar’ın soğuk ve sıcak iklim koşullarına karşı sığındıkları yarı açık yapılar) ile kuzeyini çevreleyen Bazilika (Kentin adli işlerinin yürütüldüğü, depo, borsa ve diğer ticari mekanların bulunduğu bina) yapısının yanı sıra “Mozaikli Yapı” diye tanımlanan büyük bir salonu kent tarihine kazandıran kazı ekibi, şimdi de Bouleuterion adı verilen “Kent Meclisi” yapısını gün ışığına çıkarıyor. Şu ana kadar meclis yapısının podyumu, kürsü bölümü ile iki basamaklı oturma yerlerinin koruma ve onarım çalışmaları yapıldı. Romalıların kentin idari kararlarını aldığı ve resmi işlemlerin yürütüldüğü M.S. 2’nci Yüzyıl’a ait meclis yapısı, yaklaşık 400 meclis üyesinin oturabildiği büyüklüğe sahip. İzmir Büyükşehir Belediyesi, “Agora ve Çevresi Koruma Geliştirme ve Yaşatma Projesi” ile Agora ve Eşrefpaşa Caddesi arasında kalan niteliksiz yapıların kamulaştırma ve yıkım çalışmalarını yaptı.
DÖNEME IŞIK TUTACAK
Yaklaşık 27 milyon liraya mal olan bu çalışmaların ardından bölgede, çok sayıda kalıntıya ulaşıldı. Özellikle antik Roma hamamı, kapladığı alanın büyüklüğü ve bugüne kadar İzmir’de bulunanlar arasında ilk olduğu için büyük önem taşıyor. Katlı otopark tarafındaki niteliksiz yapıların yıkılmasıyla birlikte, temeller üzerinde yapılan çalışmalarda antik duvarlara rastlandı. Bazilika’nın duvarlarında bulunan grafitiler, Helenistik ve Roma dönemlerinin deniz taşımacılığına ilişkin önemli ipuçları veriyor.M.S. 2’nci Yüzyıl’dan sonra yapıldığı öngörülen grafitilerin konservasyon çalışmaları devam ederken, bulunan yeni Yunanca grafitiler de kentin günlük yaşamına dair önemli ipuçları verdi. Ayrıca tespit edilen çizimlerdeki gemilerin, o dönemdeki gemi tipolojisine ilişkin önemli bilgiler sunması bekleniyor.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Bölgedeki çalışmalarda tespit edilen antik kanalizasyon izleri, Agora’nın ve çevresindeki yerleşim alanının atık su sorununu çözdüğünü ortaya koyarken, temiz su ihtiyacı için sarnıçların yapıldığı da tespit edildi. Ortaya çıkarılan su kanalları, kentin o dönemi için büyük önem taşıyor. Mevcut zeminden yaklaşık 5 metre aşağıda yapılan kazılarda ortaya çıkarılan su kanalları, tarihi Agora’da bundan sonra ortaya çıkabilecek muhtemel buluntular konusunda da uzmanlara fikir veriyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi Tarihsel Çevre ve Kültür Varlıkları Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Smyrna Agorası Ören Yeri Güvenlik Duvarı Projesi”, İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından onaylandı ve yapım çalışmaları hızla devam ediyor. Proje, Büyükşehir Belediyesitarafından yapılan kamulaştırma ve yıkım çalışmaları neticesinde yüksek kullanım yoğunluğuna sahipİkiçeşmelik Caddesi ile bütünleşen tarihi Agora’nın güvenliğini sağlamak amacıyla hazırlandı.Agora’nın arkeolojik zenginliğini gözler önüne serecek biçimde tasarlanan koruma duvarı, kentlilerin hem de ziyaretçilerin dinlenmelerine olanak sağlayan oturma alanlarına da sahip olacak.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Uyurgezerleri uyandırmak tehlikeli midir ?[/h]Uyurgezerler uyku halindeyken kalkıp dolaşmalarıyla bilinir. Her beş çocuktan biri uyurgezerdir. Yaş ilerledikçe azalan uyurgezerlik yetişkinlerin yüzde 1 ila 2,5’inde devam eder.
Bazı uyurgezerler korku veren bir şeyden kaçtıklarını düşünür. Bazıları ise bir şey arıyormuş gibi sakin bir şekilde dolapları ya da çekmeceleri karıştırır. Hatta merdiven inen ve başkalarıyla birlikte oturup televizyon seyredenler bile olur. Uyurgezerlik uyku ile uyanıklık arasında oldukça ilginç bir durumdur.
Uyurgezerler dolaşırken onları uyandırmanın tehlikeli olduğuna dair bir inanç vardır. Bu tam olarak doğru olmasa da uyurgezer kişiyi uyandırmak onun açısından hoş bir deneyim olmayacaktır.
UYKU AŞAMALARI
Beynin uyku sırasında kalkıp dolaşma emri vermesinin nedenini bilmesek de uyuduğumuzda neler olduğunu biliyoruz. Gece boyunca farklı uyku aşamalarından geçeriz. Önce hafif uyku, 20 dakika kadar sonra derin uyku, sonra tekrar hafif uyku ve ardından REM aşaması adı verilen ve hızlı göz hareketlerinin gerçekleştiği aşama gelir. Gece boyunca bu devir hali devam eder ve her defasındaREM uykusu biraz daha uzar ve sabah artık uykunun ana gövdesini oluşturur hale gelir.
İşte rüyalarımızı bu REM aşamasında görürüz. Rüya sırasında hareket etmemizi önlemek için vücudumuz bu aşamada felç halindedir. Fakat uyurgezerlik daha derin uyku sırasında gerçekleşir.İlginç ve paradokslarla dolu bir durumdur bu. Beyin, hareket edecek kadar aktiftir; fakat bu aktiflik uyanma sınırında değildir.
Milano’daki bir hastanede yapılan bir araştırmada uyurgezerliğe meyilli kişilerin beyin dalgalarıincelenmiş ve beynin bazı bölümlerinin uyanık, bazılarının ise uyku halinde olduğu görülmüştür. Buradan hareketle, uyurgezerliğin bu iki durum arasındaki dengesizlikten kaynaklandığı sanılmaktadır.
Uyurgezerlerin zombi gibi kollarını öne uzatıp yürümesi inancı doğru değildir. Fakat gözleri açık olduğu halde görmezler. Bu yüzden dikkatlerini çekmek zordur. Işığı açıp da dolaşmazlar; hafızaları onlara rehberlik eder.
TEHLİKE VAR MI ?
Uyurgezerlik halindeyken insanın kendisine zarar vermeyeceği de doğru değildir. Bir şeye takılıp düşmek ya da dış kapıdan sokağa çıkılması halinde dışarıdaki tehlikelere maruz kalmak söz konusu olabilir.
Londra Üniversitesi Hastanesi Uyku Kliniği’nden Profesör Matthew Walker, uyurgezer bir hastasının evden dışarı çıkıp arabasına bindiğini ve uyurken araba sürmüş olduğunu söylüyor. 15 yaşındaki bir genç kız ise 2005’te uyku halinde 40 metre yükseklikte bir vinçin üzerine tırmanmış ve orada uyurken bulunmuş.
NE YAPMALI ?
Bu tür vakalara sık rastlanmıyor. Arada bir uyurgezer dolaşmak çoğunlukla herhangi bir sorun yaratmıyor ve çocukların yaşı ilerledikçe bu durum sona eriyor. Ama uyurgezerlik her gece tekrarlanıyorve sorun yaratıyorsa, uyku hastalıkları uzmanları, ebeveynlerden çocukları bir hafta boyunca gözetim altında tutup uyurgezerlik saatlerini kaydetmelerini ve daha sonraki süreçte de bu saatten 15 dakika önce çocuğu yavaşça uyandırmalarını tavsiye ediyor. Böylece bu alışkanlığın kırılmasına yardımcı olunabiliyor.
O HALDE, TANIDIĞINIZ BİRİ UYURGEZER İSE ONA NASIL YARDIMCI OLABİLİRSİNİZ ?

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Her şeyden önce, uyurgezerler öyle derin uykudadırlar ki, onları uyandırmaya çalışsanız da muhtemelen fark etmeyeceklerdir. Uyandırmayı başarsanız da onlarda şaşkınlık yaratıp rahatsızlık vermiş olabilirsiniz.
Yani uyurgezer birini uyandırmak onlarda kalp krizi yaratıp komaya sokmayacaktır elbette; ama en iyisi hiç uyandırmamaktır. Yavaş ve sakin bir biçimde onları yataklarına yönlendirmek yapılacak en doğru şeydir. Böylece derin uykuya devam edecek ve büyük ihtimalle sabah hiçbir şey hatırlamayacaklardır.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Dünyanın en pahalı özel uçakları ve sahipleri[/h]Teknolojinin ve konforun bir arada sunulduğu özel uçaklar, ünlü ve zengin iş adamlarının, sanatçıların, şeyhlerin kullandığı pahalı oyuncaklar gibi. Artık günümüzde pek çok zengin film artisti ve iş adamının kendi uçakları var.
Örneğin John Travolta’nın yaklaşık 10 adet jeti var. Evinin arka tarafındaysa bir uçak pisti bulunuyor. Fakat, bazı ultra zenginlerin özel uçakları, fiyatları ve konforları ile gerçekten dudak uçuklatıyor. İşteDünyanın en pahalı özel uçakları ve sahipleri ;
John Travolta’yı pilot yapan uçak

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Ünlü Hollywood yıldızı John Travolta, Jet tutkusu nedeniyle yolculuktan pilotluğa yükseldi. Travolta ilk özel uçağından aldığı haz nedeniyle özle pilot eğitimi aldı. Günümüzde yakın arkadaşlarını özel uçağıyla dolaştıran film yıldızı Boeing 707 marka uçağı için 5 milyon dolar harcamış.
Harrison Ford’un özel uçağı

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


İndiana Jones rolüyle tanınan usta oyuncu Harrison Ford’ta özel uçak meraklılarından biri. Ford bir yere davet edildiği zaman eğer uçağıyla yolculuk yapmak isterse benzin masraflarını organizatörlere ödetiyor. Harrison Ford’un Cessna 525B CJ3 adlı uçağına harcadığı para ise 6 milyon dolar.
Trump’un kulelere ihtiyacı yok

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Amerika’nın emlak kralı Donald Trump 1968 yapımı Boeing 727-23 marka bir özel uçak kullanıyor. Emlak kralının bu uçağa harcadığı para gizli tutuluyor. Ancak, 23 kişilik bu özel uçağın ceylan derisi koltukları, kristal avizeleri, dünyaca ünlü resamların elinden çıkmış yağlı boya tabloları ve 23 karatlık altın kaplama Trump logosu bile bu gizliliği bozmaya yetiyor.
Bill Gates’in uçak tutkusu

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Microsoft’un kurucusu Bill Gates, yoğun iş ve konferans temposunu karşılamak için Tokyo’dan New York’a aktarma yapmadan gidebilen bir jet kullanıyor. 8 kişilik Bombardier BD-700 Global Express marka bu özel uçak Gates’in teknoloji ihtiyaçları için modifiye edilmiş. Uçağın elden geçmemiş hali bile 40 milyon dolar ediyor.
Başarılı futbolculara bir tur ödül

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Chelse futbol kulübünün sahibi Roman Abramovich Rusya’nın en zingin dördüncü kişisi. Abramovich’in Boeing 767’si tam olarak sır. Ancak uçağın içinin altın kaplama olduğu da biliniyor. Zengin iş adamı başarılı futbolcularına ödül olarak bu uçakla rüya gibi bir gece geçirmelerini sağlıyor.
Elvis Presley’in zamanın ötesindeki uçağı

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Rock müziğin kralı Elvis Presley, Convair 880 marka bu uçağı 1975 yılında 250 milyon dolara satın almıştı. Kral daha sonra, uçağını özel ihtiyaçlarına göre 600 bin dolara modifiye etti. Günümüzde hâlâ kullanılabilen bu özel uçak döneminin çok ötesinde bir tasarıma ve lükslüğe sahipti. Kralın jetinin içerisinde bir müzik kulübü bile bulunuyor.
Tüm basket takımına yetiyor

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


NBA takımı sahibi Amerikalı milyarder Mark Cuban’ın jeti tamamen sipariş üzerine özel yapıldı. Boeing 767 marka bu uçak Cuban’ın isteği üzerine 50 özel koltukla donatıldı. Otel gibi hazırlanan bu özel uçak, en uzun boylu yolcunun bile rahat rahat oturabileceği genişliğe sahip.
Saltanat uçağı

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Brunei Sultanı’na ait olan bu saltanat uçağı, 100 milyon dolara satın altındı. Sultan Boeing 747 marka uçağını 120 milyon dolar karşılığında tuvaletleri bile altından olacak şekilde tekrar modifiye ettirdi.
Başkanlar ona emanet

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Dünyanın belkide en ünlü özel uçağı Amerikan Başkanları’na tahsis edilen Air Force 1’dir. Kıtalar arası yolculuklar için tasarlanan bu uçakta, başkan için bir toplantı odası, duş, yatak, konuklar için özel oda ve devlet lideriyle birlikte akşam yemeği için lüks bir restoran bulunuyor. Her zaman bir grup jet tarafından korunulan, gerektiğinde günlerce Başkan’ın ülkesini havadan yönetmesini sağlayan bu uçak listemizde yer alan en pahalı özel uçaklardan değil. Çünkü bu ünvana çok daha özel bir jet sahip.
Görkemli, uçan saray

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Suudi Prens’i Alwaleed’in uçağının fiyatını sormaya kimse cesaret edemiyor bile. Çünkü uçan bir saray olarak tasarlanan bu özel uçağın en sade bölümleri altın kaplama tuvaletleri. Prensin uçağında balo salonu, havuz, hamam ve toplantı salonu bulunuyor. Alwaleed verdiği bir demeçte uçağının 485 milyon dolara hazırlandığını belirtti. Prensin bu özel sarayının sırf altın suyuyla yapılmış dış kaplama boyası bile 48 milyon dolar tutmuş.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Türlerinin son örneği olan 10 ilkel kabile[/h]Hepimizin, zamanla yarıştığı, daha fazla şey elde etmek için didinip durduğu, sürekli cep telefonlarına yapışık şekilde yaşadığı bu dünyada, çok az da olsa tıpkı yüzyıllar önce olduğu gibi doğayla iç içe yaşayan birileri var. İklim değişikliği ve modern sömürü düzeni onların nüfusunun azalmasına neden olsa da, türlerinin son örneği olan bu 10 ilkel kabile hala hayatta.
1 – El Molo Kabilesi
Kenya’nın yüzlerce yıllık El Molo kabilesi, ülkedeki en küçük kabile olmakla birlikte, aklınıza gelebilecek her çeşit tehditle karşı karşıya. Etraflarındaki diğer kabilelerin sürekli tacizlerinden dolayı, küçük bir bölgede izole şekilde yaşıyorlar, fakat hala huzuru bulmuş değiller.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


İsimleri, “hayatlarını büyük baş ya da küçük baş hayvancılık dışında şeylerden kazanan insanlar” anlamına gelen bu kabile, hayatta kalmak için yalnızca balıkları, su canlılarını ve ticareti kullanıyorlar. Fakat, ne yazık ki, onlar için büyük bir öneme sahip gölleri, her geçen yıl 30 santimetre kadar yok oluyor ve bu durum suyun daha bazik olmasına, kirliliğin artmasına ve balık popülasyonunun azalmasına neden oluyor. Eskiden bir, iki günde yakaladıkları balığı yakalamaları için şimdi bir hafta uğraşmaları gerekiyor. Ayrıca, bu balıkları yakalamak için timsahlar tarafından öldürülmeyi göze alarak suyun daha derinliklerinde gitmeleri gerekiyor. Bu bölgede, bir de komşu kabilelerin de dahil olduğu, büyük bir balık avlama yarışı var ve koşulların kötüye gitmesi durumunda, El Molo, karşı koyamadan, muhalif kabileler tarafından kolayca istila edilebilecek durumda.
Bunca şey yetmezmiş gibi, bir de kolerayla başları dertte. Her sene yaşlı, genç bir sürü insan koleradan hayatını kaybediyor. Günümüzde El Molo’nun nüfusunun 400’e kadar gerilediği tahmin ediyor ve antropologlar, bunlardan sadece 40’ı kadarının saf El Molo olduğunu düşünüyor.
2 – Dukha Kabilesi

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Çoğumuz ren geyiklerinin, sadece, Noel babanın kızağını çeken fantastik yaratıklarolduğunu düşünüyoruz fakat Dukha’lar için bu hayvanlar hayati önem taşıyor. The Dukha, Tang hanedanı tarihinin öncesine dayanan, Moğolistan’ın son göçebe ren geyiği çobanlarıdır. Bu soğuk ve dağlık bölgede çok az kaynakları var, bu yüzden süt, peynir, ulaşım, avcılık ve turist çekmek için ren geyiklerine bel bağlamış durumdalar. Fakat, birçok küçük kabile gibiDukha Kabilesinin de yaşamları tehlikede. Çünkü ren geyiği nüfusu gittikçe azalıyor. Bu düşüşe sebep olan çeşitli faktörler var ama en büyük sebebi avlanma. Daha da kötüsü, Moğolistan’da altının keşfiyle birlikte topraklarına bir sürü madenci geldi ve artık yaban hayatları da tehlikeye girdi. Genç nüfus, artık kentte yaşamak için topraklarını büyük zorluklar çekerek terk ediyor.
3 – Takuu Atoll Kabilesi
Takuu Atoll, Polinezya kökenli bir kabile fakat aykırı bir kültüre sahip oldukları için Polinezya üçgenindeyaşamaktansa Melanesia bölgesinde yaşamayı tercih ettikleri düşünülüyor. Takuu Atoll’un, Polinezya’nın benzer halklarından daha farklı ve belirgin bir kültürleri var. Çünkü, Takuu Atoll kabilesiüyeleri yaşam tarzları konusunda yabancı etkenlere karşı son derece korumacılar. Öyle ki, 40 yıldır misyonerliğin yasaklanması için çalışıyorlar ve sonunda, bunu, içinde bulunduğumuz bu yüzyılda başardılar.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Hala saman çatılı evlerinde yaşıyorlar ve Avrupa’dan daha eski bir tarihe sahip olduklarıyla ilgili hikayeler anlatıyorlar. Günlerimizi çalışmakla geçiren çoğumuzun aksine, Takuu halkı, haftanın 20-30 saatini dans etmek ve şarkı söylemekle geçiriyor. Şaşırtıcı bir şekilde, hafızalarında 1000’den fazla şarkı var. 400 civarı üyesi olan bu kabile, tek bir lider tarafından yönetiliyor.
Ne yazık ki, iklim değişikliği Takuu’nun yaşamını kötü etkiliyor. Hatta okyanus, yakında adanın tamamını yok edebilir. Yükselen deniz seviyesi, onların tatlı sularını kirletiyor ve ekinleri su baskınlarından etkileniyor. Belki de bu yüzden yakında orada yaşamak imkansız hale bile gelebilir. Bu durumu engellemek için yapılan set kurma çalışmaları da sonuç vermiyor ve şu günlerde, yerlerini kalıcı olarak değiştirmeyi tartışıyorlar.
4 – Piraha Kabilesi

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Amazon ve Brezilya boyunca pek çok küçük, ilkel kabile olmasına rağmen, Piraha kabilesi büyüleyici bir kabile çünkü onların yeryüzündeki diğer insanlarınkinden çok farklı bir dilleri ve kültürleri var. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Piraha dili çok garip özelliklere sahip. Dil birkaç ses içeriyor fakat hiçbir renk, sayı veya geçmiş zamana dair kelime mevcut değil. Bazılarınız anı yaşayanPirahalıların bu tuhaflıklarına basit diyebilirsiniz. Oysa, onlar komün bir yaşam sürdükleri için saymaya ihtiyaçları yok.
Belirli bir tarihiniz yoksa bir şeylerin kaydını tutmak zorunda değilseniz ve sadece görebildiklerinize inanıyorsanız gereksiz birçok dile ihtiyacınız kalmaz.
Pirahalar genel olarak Batılılardan çok farklılar. Misyonerlerin mesajlarını tüm güçleriyle reddediyorlar ve bizim teknolojimizle hiç mi hiç ilgilenmiyorlar. Liderleri yok ve bizim gibi cinsel takıntıları da yok. İhtiyaç duyulan kaynakları sağlamak için diğer insanlarla ya da kabilelerle cinsel veya duygusal ilişkiler kurmuyorlar. Çok fazla dış temaslarda bulunmadıkları için, bu grup yüzyıllar boyunca değişmeden kalabilmiş.
5 – Andamanese Kabilesi
Andamanese, Negritos olarak da sınıflandırılır, ama boylarının son derece kısa oluşundan ötürü (örneğin erkekler 1.50 den kısalar) pigme olarak da adlandırılırlar. Andaman adasının Bengal koyunda yaşıyorlar. Aynı Batak kabilesi gibi onların da Afrika’dan göç eden ilk gruplardan biri olduğudüşünülüyor ve 18. Yüzyıla kadar büyük ölçüde bir soyutlanma ile gelişiyorlar. 19. Yüzyıla kadar daha nasıl ateş yakılacağını bile bilmiyorlardı.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Andamanese kabilesi kendi içinde farklı dilleri ve kültürleri olan farklı kabilelere ayrılıyor. Bunlardan biri olan Bo kabilesinin,son üyesi 2010 yılında 85 yaşında öldüğünde bu kabilenin de soyu tükendi.Diğer kabile Sentinelese ise, günümüz teknolojik çağına şiddetle direnmesi ile biliniyor.
Büyük Hint kültürüne entegre olmadan hala ataları gibi yaşıyorlar. Mesela, balık, domuz veya kaplumbağa avlamak için ok ve yay gibi tek tip silah kullanıyorlar. Erkekler ve kadınlar bitki kökleri ve bal toplamak için birlikte çalışıyorlar ve bunu yaparken de düzenli olarak şarkılar söylüyorlar. Görünen o ki yaşam tarzları, sadece kendileri için çalışmak. Doktorlar sağlık ve beslenme durumlarını ‘ideal’ olarak değerlendiriyorlar. En büyük sorunları topraklarına gelip, onlara safarideki hayvanlarmış gibi davranan, Hintli göçmenler ve turistler. Kesin sayısı bilinmemekle beraber, yaklaşık olarak 400-500 Andamanese üyesinin hala yaşadığı düşünülüyor.
6 – Batak Kabilesi
Filipinler’in Palawan Adasında yaşayan Batak kabilesi, gezegenin, genetik olarak en farklı insanlarını barındıran bir kabile. Onlar, Afrikalılara en uzak akraba ırklar olan, Negrito ve Australoid ırkına ait olduklarını ve hepimizin bu ırktan geldiğini düşünüyorlar. Bu da 70,000 yıl önce Afrika’yı terk eden ilk gruplardan biri olduklarını gösteriyor ve yaklaşık 20,000 yıl sonra Asya kıtasından Filipinlere geçtikleri düşünülüyor.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Batak kabilesinden tipik bir Negritos, kısa boylu ve kıvırcık, yün gibi saçlara sahip olur. Geleneksel olarak, kadınlar sarong giyer ; erkekler ise ya hiç bir şey giymez ya da belirli yerlerini kapatmak için g-string, tüy veya takı kullanırlar. Bütün topluluk hep beraber avlanırlar ve kendi ev yapımı davullarıyla ritm tutup dans ederek kutlama yaparlar. Genel olarak onlar, ormanın derinliklerine saklanmayı, dışarıdaki insanlarla ilgilenmeye tercih eden, utangaç ve barışçıl insanlar.
Tıpkı diğer birçok yerli kabile gibi onların da hastalıklar, toprak istilaları ve modern sömürüler yüzünden nüfusları azaldı. Şuanda yaklaşık 300-500 civarında üyesi bulunuyor. İronik bir şekilde, şuan da yüz yüze oldukları en büyük tehlike çevrecilik. Filipin hükümeti belli alanlarda ormanları yok etmeyi yasakladı ki bu iyi bir şey gibi görünüyor fakat Batak kabilesinin ormanlık arazileri yakarak tarım arazisi açma gibi bir gelenekleri var ama artık bugünkü koşullarda bu yasak. Bu da yiyeceklerini yetiştiremedikleri için de çoğunun yetersiz beslenmeye maruz kalmasına neden oluyor.
7 – Spinifex Kabilesi

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Spinifex veya Pile Nguru, yaşanabilecek en sert iklimlerden biri olan Büyük Victoria Çölü’nde, en az 15,000 yıl yaşamış olanAborjin bir kabile. Avrupalıların Avustralya’ya yerleşmesinden sonra bile, böylesine soğuk ve kuru bir işgal ortamında oldukları için bu kabile çoğunlukla yalnız kaldı. Ancak bu durum, 1950’lerde değişti.Spinifex toprakları tarımsal nedenlerden dolayı değerli değildi fakat yabancılar bu çorak toprakları kullanmak için iyi bir sebep buldu; o da nükleer testler.
1953’te, İngiltere ve Avusturya hükümetleri, Spinifex’in ana vatanında, onların rızası olmadan ve çok az uyarıyla nükleer bir bomba patlattı. Bu olaydan sonra, çoğu başka yerlere taşınıp, 1980’lerin sonuna kadar topraklarına geri dönmediler. Geri döndüklerinde, kendi bölgelerini geri alabilmek için zorlu bir savaş verdiler. İlginçtir ki, bölgede bıraktıkları sanat eserleri, 1997’de onların yerli halk olduklarını ıspatlamalarında yardımcı oldu. Bireysel ve toplumsal bir çok sanat eseriyle geniş bir beğeni topladılar. Şuan da kaç Spinifex üyesi mevcut belirlemek zor olsa da, Tjunjuntjara olarak bilinen en büyük toplulukları, 180-220 civarı kişiden oluşmakta.
8 – Cahuilla Kabilesi

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Güney Kaliforniya genellikle, Holywood’la, sörfçülerle ve özenti aktörlerleilişkilendirilmesine rağmen, Amerika’nın asıl yerlilerinden olan 9 Kızılderili topluluğu,bölgesine sıkışmış bir şekilde, onlar için ayrılan bölgede, Cahuilla halkıyla birlikteyaşıyor. Onlar Cocahella Valley içinde ve yakınlarında 3,000 yıldan fazla süredir yaşıyorlar ve tarih öncesi Cahuilla gölüvarken bile orada yaşadıklarına inanıyorlar.
Hastalıklara, Altına Hücum Dönemi’ne ve zulümlere rağmen hayatta kalmayı başaran kabilenin nüfusu bugün sadece 3.000 civarında. Bu süreç boyunca, miraslarının çoğunu kaybettiler, eşsiz dilleri ise yok olmak üzere. Ute ve Aztec dilleriyle harmanlanmış lehçeleri ise sadece 35 yaş ve üstü üyeleri tarafından konuşuluyor. Şuanda yaşlı kesim, dillerini, şarkılarını, kültürel aktivitelerini genç nesillere aktarmak için çabalıyor. Kuzey Amerika’nın yerli halkı gibi, onlar da bir yandan eski geleneklerine tutunmak ve aynı zamanda topluma ayak uydurma konusunda da mücadele etmek zorundalar.
9 – Kalash Kabilesi
Kalash kabilesi; Avrupayi görünümlü insanlardan oluşan, beyazların bilinen en alışılmadık kabilesi. Bu kabile ; Afganistan’ın Taliban kontrolündeki bölge sınırında, Pakistan dağlarında yaşıyor. Birçoğunun sarı saçlı, mavi gözlü olması, koyu tenli komşuları düşünüldüğünde çok farklı geliyor.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Onları farklı kılan sadece dış görünüşleri değil ; onları çevreleyen müslümanlardan dolayı birçok farklı kültüre de sahip olmaları. Çok tanrılılar, kendilerine özgü gelenekleri var, şarap üretiyorlar (ki bu müslüman kültüründe yasak), parlak renkli giysiler giyiyorlar ve kadınlara daha fazla özgürlük tanıyorlar. Her yıl yaptıkları festivalde kendi figürleriyle dans ederek eğlenen, çok mutlu ve barışçıl insanlar.
Kimse Pakistan’daki bu açık tenli kabilenin nasıl ortaya çıktığını bilmiyor ama Kalash’lar, Büyük İskender’in ordusunun kayıp torunları olduklarını iddia ediyorlar ve DNA’ları bunun mümkün olabileceğini gösteriyor.
Yıllarca, çevrelerinde ki Müslümanlar onlara zulüm ederek, İslam dinine geçmeleri için zorladılar. Günümüzde, geçimini büyük ölçüde tarım ile sağlayan sadece 4,000-6,000 civarında Kalash üyesi kaldı.
10 – Kayapo Kabilesi
Kayapo, Xingu Nehri boyunca zor görülen yollarla bağlantılı 44 ayrı köyde yaşayan Brezilyalı bir kabile.Kendilerini “büyük suyun insanları” anlamındaki “Mebengokre” ismiyle adlandırıyorlar. Ne yazık ki, onların “büyük su” ları kökten değişmek üzere, çünkü Xingu Nehri üzerinde hala inşa edilmekte olanBelo Monte Dam tamamlanmak üzere. Bu inşaat yüzünden, ormanın neredeyse yarısı sular altında kalacak ve Kayapo kabilesinin yanı sıra bir sürü canlı ve bitki bundan zarar görecek.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Kayapo kabilesi yüzyıllar boyunca modern insanla, avcılarla, tuzaklarla mücadele etti. Hatta, 1989 yılında bir baraj inşasına bile başarıyla engel oldu. Bir ara nüfusları sadece 1.300 kadar azaldı fakat, o günden beri tekrar yaklaşık 8.000’e ulaştı. Bugün, asıl soru bu insanların hayatta kalıp kalamayacağı değil, onların, kültürlerinin bozulmadan hayatta kalıp kalamayacağı. Vücutlarını renk renk boyayan, tarım ile ilgilenen, renkli başlıklar yapan bu kabile üyeleri artık motorlu botlar sürüyor, televizyon izliyor ve hatta Facebook’a bile giriyorlar.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Hayvanlar tarafından büyütülen insanlar[/h]
İnsanların doğada yalnız başlarına yaşayıp yaşayamayacakları hep merak konusu olmuştur. Doğduğu andan itibaren doğada yalnız başına yaşayan veya hayvanlar tarafından büyütülen insanlarınanlatıldığı pek çok roman ve öykü yazılmış, filmler çekilmiştir. Bunların bazıları gerçek bazıları da efsanedir. Hazırladığımız listede her iki türdende yaşanmışlıklar bulacaksınız.
1 – Romulus ve Remus

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Dişi bir kurt tarafından yetiştirilen iki kardeşi (Romulus ve Remus) konu alan ve içlerinden bir tanesinin bugün Roma olarak bilinen kente adını verdiği mitolojik öykü kısaca şöyledir :
Alba Longa krallığı, Aeneas , Ascanius ve Aeneas’ın torunu Silvius öldükten sonra, Numitor ve Amulis kardeşler zamanına kadar babadan oğula geçti. Miraslarını bölüşmeye karar veren kardeşler paylarını kurayla seçtiler. Biri Alba Longa kralı olurken diğeri Troya’nın onlara kalan altın, gümüş ve mücevherlerle dolu hazinesine sahip olacaktı. Krallığı Numitor kazandı ; fakat Amulius tahtı ele geçirdi ve kardeşini Alba Longa’dan sürdü.
Amulius daha sonra Numitor’un oğullarını öldürdü ve kızını, evlenip tahta mirasçı çıkacak çocuk sahibi olmasın diye Vesta rahibesi yaptı. Ama kız yine de hamile kaldı ve ikiz oğulları Romulus ile Remus’u doğurdu. Çocukların babasının Mars olduğu iddiası, ne kendisini ne de çocukları kurtarabildi. Kral Amulius yeğenini hapsederek, bebeklerinin Tiber Irmağı’nda boğulmalarını emretti.
O sırada Tiber yağmur sularından taşmıştı. Bebekleri boğması emredilen hizmetkarlar olan Tiber’in gerçek yatağı yerine taşkın sularına bırakmanın yeterli olacağını düşündüler. İkizleri bir sepet içinde taşkın sularının kenarına bıraktılar.
Sel suları çekilince, ikizleri taşıyan sepet kuru toprağa oturdu. Tepelerden su içmeye gelen bir kurt onları buldu. Kendi sütüyle emzirerek bebeklere annelik etti. Bir kuş da ağızlarına küçük kırıntılar vererek beslenmelerine yardım etti.
Kralın çobanı bebeklerin bulunduğu yere tesadüfen geldi ve diliyle bebekleri yalayan sevgi dolu kurdu gördü. İkizleri klübesine getirdi ve karı-koca onları gençlik çağlarına kadar büyüttüler.
2 – Vahşi Peter

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Kuzey Almanya’da ormanlık bir bölgede avlanmaya çıkanlar aniden garip bir yaratıkla karşılaşırlar ; yarı insan yarı hayvan bir hilkat garibesi. Dikkatlice bakınca anlarlar ki 12-13 yaşında bir oğlan çocuğudur karşılarında duran. Ama çocuktan ziyade kurda benzemektedir. Çıplak, kirli ve tepeden tırnağa kıllarla kaplı ; saldırgan, öfkeli, diken üstünde. Doğar doğmaz ormana terk edilmiş, kurtlar arasında büyümüş bir can. Ağlarla, silahlarla etkisiz hale getirip yakalarlar. Üzerine bir şeyler giydirip derhal dönemin asilzadelerinden Hanover Dükü’nün karşısına çıkartırlar. Başköşeye oturturlar, ne de olsa onur konuğu sayılır. Masada onlarca seçkin misafir vardır; hepsi de soluğunu tutup oğlanı inceler. Nasıl yemek yiyecek acaba? İnsan gibi mi hayvan gibi mi? Soylu bayanlar gözlerini kırpıştırarak izlerler. Bu esnada oğlan, kimseye bakmadan yemeye başlar. Ekmeğe, hamur işlerine elini sürmez. Bol bol meyve, sebze ve çiğ et indirir gövdeye. Çatal bıçak kullanmayı bilmez, elleriyle yer. Peçete neye yarar anlamaz, ağzını avuçlarına siler. O şapır şupur sesler çıkartarak yedikçe masadaki bayanlar yelpazelerinin arkasına saklanır. Oğlana oracıkta bir isim verilir: Peter. “Vahşi Peter” nam-ı diğer. Tam bir sene boyunca zavallı Peter’ı eğitmeye, medenileştirmeye, sosyalleştirmeye çalışırlar. Bütün ısrarlara, azarlara, cezalara rağmen ehlileşmez ; yatakta yatmaz, yerde uyur. Yastık yorgan kullanmaz, ister yaz olsun ister kış. Konuşmayı hiçbir zaman öğrenemez ; hele okuma yazmayı zinhar.
Kitaplara, harflere korkuyla bakar, bilmediği bu cisimleri idrak edemez. Bir tek kendi ismini söylemeyi becerir, o kadar. “Yaşasın Kral” demeyi öğretmek için uğraşırlar, onu da eline yüzüne bulaştırır. Kelimeler ona göre değildir, güvenmez hiçbirine. Kurt çocuğa yürümeyi, oturup kalkmayı, selam vermeyi, kısacası toplum adabını öğretmek için hocaların biri gider biri gelir. Hepsi de havlu atıp, peş peşe istifa eder. Peter onlardan nefret eder. İlk fırsatta topuklayıp ormana kaçar, ait olduğu yere. Ama bırakmazlar. Bulur, yakalar, geri getirirler medeniyet denilen cehenneme. Bu sefer Londra’ya götürülür; orada da tıpkı Almanya’da olduğu gibi halkın ve kraliyetin büyük ilgisini çeker. İnsanlar seyretmeye gelirler akın akın. Kafesinde bir hayvan gibi teşhir edilir. Zengin ve muktedir çevrelerde dalkavuklar, yalakalar cirit atar bugün olduğu gibi o dönemde de. Bu tiyatro dekorunun ortasına bomba gibi düşer Peter. Para pul, şan şöhret, hiçbir şey umurunda değildir. Krala da hizmetçiye de bir davranır. Çıkarsız, hesapsız. İnsan ayrımı yapmaz, her şeyin yapmacık olduğu anlarda ve mekânlarda sahici olan tek şey odur aslında. Bu yüzden ondan hem “iğrenir”, hem de onsuz yapamaz olur asiller. Nitekim prenseslerden biri onu süs bitkisi gibi malikânesinde tutmaya kalkar. Bu arada edebiyatçılar, Peter ile tanışmak için kuyruğa girer. Yazar Jonathan Swift ondan etkilenir, hallerini gözlemler ve daha sonra tüm bunlar Gulliver’in seyahatlerindeki karakterlere ilham olur. Keza dünya edebiyatının en önemli kalemlerinden Daniel Defoe da Peter hakkında yazılar döşenir.
Sonunda Peter kendi haline terk edilir. Ne var ki artık ormanlara ait değildir, dönemez. Toplumla da yıldızı barışmaz. Arada bir yerde, kaygan ve kaypak bir arafta sıkışır kalır, hiçbir yere yanaşamaz. Bu arada içki içmeye başlar kahrından. Vahşi çocuk Peter büyümüş, alkolik olmuştur. Oradan oraya savrulur, gittiği her yerde ya sorun çıkarır ya yanlış anlaşılır. Başı bir türlü beladan kurtulmaz.
Hakkında arama emri çıkartılır. Bir ülkeden bir ülkeye, mütemadiyen sürgünde gider gelir. 72 yaşında son nefesini verir. Hâlâ konuşmayı öğrenememiş vaziyette, hâlâ bir yere ait olamadan. Mezar taşına yazarlar : 1785 Vahşi Oğlan Peter
3 – Kuş Çocuk

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


7 yaşındaki “kuş çocuk” tüm yaşamını, kendisine evdeki hayvanlardan birisi gibi davranan annesiyle birlikte kuş kafesleriyle dolu bir apartman dairesinde geçirdi. 31 yaşındaki anne çocuğuyla konuşmaz ve onu kuş dilini öğrenmeye zorlayarak bir kuş gibi yetiştirir.
Galina Volskaya isimli bir sosyal uzman, çocuğu her yerde kuş pisliği bulunan iki odalı apartman dairesinde bulduklarını açıklar. Talihsiz çocukla iletişim kurmaya çalışan uzmanlar, onun bir kuş gibi cıvıldadığını görünce hayrete düşerler. Dahası çocuk kollarını kuş gibi çırpmaktadır. Yetkililer, çocuğu annesinden alarak bir tıbbi merkeze teslim ederler.
4 – Kamala ve Amala

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Bekli de yabani çocuklarla ilgili olarak en popüler olanlar kurtlar tarafından büyütülen Amala ve Kamala’dır. 1920’de J.A.L. Singh adlı bir kişi, dişi bir kurt ve matlaşmış, uzun saçlı, insan görünümlü yavrularını görür. Ciddi bir plan ve hazırlıktan sonra bu iki yavru yakalanır. Sırasıyla bu kızlardan birisi 8 yaşında diğeri ise bir buçuk yaşındadır. Bir yetimhaneye bırakılan bu çocukların davranışları ve görünümleri kurt gibidir. Dört ayak üzerinde hareket ediyorlar ve dizleriyle avuç içleri nasır bağlamış durumdadır. Çiğ ete bayılmakta ve fırsatını bulduklarında çalmaktadırlar. Suyu dilleriyle içmekte ve yiyeceklerini çömelmiş vaziyette yemektedirler. Dilleri kalın ve kırmızı dudaklarından dışarı sarkmış ve kurt gibi solumaktadırlar. Geceyarısı asla uyumamakta, sinsi sinsi av arar gibi dolaşmakta ve ulumaktadırlar. Bir sincap gibi çok hızlı hareket etmektedirler ve onlara yetişip yakalamak çok güçtür. İnsandan tümüyle uzak durmakta ve eğer yaklaşılırsa dişlerini göstermektedirler. İşitme duyuları çok duyarlı ve bir etin kokusunu çok uzaklardan duyabilecek kadar koklama hisleri gelişmiştir. Gündüzleri çok iyi göremezken geceleri daha iyi görebilmektedirler. 1921’in Eylül’ünde ikisi birden hastalanır ve küçük olan Amala ölür. Sing Kamala’yı elinden geldiğince eğitmiştir. İki yılda ona yürümeyi ve tuvalet eğitimini vermiştir. Yinede heyecanlandığında ya da korktuğunda dört ayak üzerine gelmiştir. Yaklaşık üç yıl sonra Kamala yaklaşık bir düzine kelime öğrenebilmiştir. İlerleyen yıllarda kelime dağarcığı kırka kadar ulaşmıştır. Bununla birlikte kelimeleri telaffuzunda yaşıtlarına göre çok geridir. Genellikle kelimelerin yarısını söylemektedir. Örneğin Hintçe kedi (biral) demek için bil, tabak (thala) demek için tha demektedir.
5 – Madina

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Minik Madina 3 yaşındayken terk edilmiş bir halde bulunur. Bulunduğunda sadece evet ve hayır kelimelerini söyleyebildiği ortaya çıkar. Konuşmaktansa ulumayı tercih eder Madina. Onu muayene eden doktorlar gelişiminde aksaklıklar olsa da, Madina’nın akıl ve beden sağlığının yerinde olduğunu açıklarlar. Büyüdüğünde büyük olasılıkla normal bir yaşamı olacağı bekleniyor.
6 – Aveyron’lu Victor

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Fransa’da 1797’de bir ormanda bulunur. Bulunduğunda 12 yaşlarındadır ve bu yaşa kadar ormanda yalnız olarak yaşamıştır. Victor yakalandıktan kısa süre sonra kaçar. Daha sonra tekrar yakalanır.. Konuşma becerisi yoktur. Sadece hırıltı çıkarabiliyordur. Gerek yiyecek tercihleri gerekse vücudundaki yara izleri onun yaşamının önemli bir kısmının vahşi ortamda geçirdiğinin kanıtıdır.
Daha sonraları Paris’e getirilen Victor farklı bilimsel ve medikal gruplar tarafından incelenir. Psikolog Philippe Pinel tarafından çocuğa, eğitilemez idiot tanısı konur. Buna rağmen sağır ve zihinsel engelli çocukların öğretmeni J.M.G. Itard çocuğun eğitimini üstlenir. Victor okumayı, birkaç kelime söylemeyi ve emirlere itaat etmeyi öğrenir ama düzenli olarak konuşmayı asla öğrenemez. 1828 yılında ölür.
7 – Uganda’lı Maymun Çocuk

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


4 yaşındayken annesinin, babası tarafından vahşice öldürüldüğüne şahit olan John Ssebunya ormana kaçar. 1991 yılında yakalanana kadar birçokları tarafından ormanda bir grup kadife maymun ile birlikte yaşadığı defalarca rapor edilir. Bilim insanlarına göre John, kadife maymunları taklit ederek yiyicek bulmasını öğrenmiştir. Ve zamanla sürünün de bir parçası haline gelmiştir. Bulunduktan sonra bir yetimhaneye yerleştirilen John’a nasıl konuşacağı ve hatta şarkı söyleyeceği öğretilir.
8 – Kamboçya’nın Orman Kızı

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Rochom P’ngieng 1989’da henüz 8 yaşındayken Kamboçya’da ailesinin mandalarını otlatırken kayboldu ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Bu süre boyunca vahşi hayata uyum sağladı ve hayatta kalmayı başardı. 18 yıl sonra çıplak ve kirli halde, maymun gibi yürüyerek ortaya çıktı. İnsanlar arasında sadece 3 yıl yaşayabilen genç kız, sonunda geldiği ormana geri kaçtı.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Dünyada girilmesi yasak 13 yer[/h]Dünya gezginlerin oyun alanı. Ne sınır dinlerler, ne de yorulmak bilirler. Ancak dünyamızda en azılı gezginin bile girmesinin yasak olduğu yerler de var.
Herkesin hayalinde bir dünya turu gerçekleştirmek, bir seferde pek çok ülkeye seyahat etmek, yeni kültürler ve insanlar tanımak vardır mutlaka. Aylar öncesinden rezervasyonlar yapılır, seyahat rotaları çıkarılır ve yolculuk hayaliyle yaşanmaya başlanır. Ancak dünya üzerinde öyle yerler var ki, bu yerleregezginlerin girmemesi için pek çok önlem alınmış durumda.
İşte dünyada girilmesi yasak 13 yer :
1- Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki in Shi Huang Türbesi
1974’te Çin Halk Cumhuriyeti’nin Shaanxi eyaletine bağlı Xi’an yakınlarında bir çiftçi tarafından bulunan, her birinin yüz ifadesi farklı olan ve büyük bir gizem taşıyan binlerce adet toprak askerin bulunduğu bu mekana girişler ve araştırmalar Çin Halk Cumhuriyeti tarafından kısıtlanmıştır. Bu gizemli heykellerin “İlklerin imparatoru” olarak bilinen Çin Şı Huang’ın mezarını koruduğuna inanılmaktadır.
Boyları 183-195 santimetre arasında değişen toprak askerlerin bulunduğu kazı alanında çoğu hala toprak altında 8.000 asker, 520 atıyla birlikte 130 savaş arabası, 150 süvari atı bulunduğu tahmin edilmektedir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


2- Avustralya’daki Pine Gap
İçeri girişlerin yasak olduğu gibi üstünden uçmanın da yasak olduğu gizli bir uydu takip istasyonudur. Avustralya’nın ortasında bulunmasına rağmen ABD hükümeti tarafından yönetilmektedir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


3- Rusya’daki Mezhgorye bölgesi
Mezhgorye Rusya’da bulunan bir kasaba. Bu kasabadaki insanların Yamantaw dağında gizli işler yaptığına inanılıyor. Çünkü dışarıdan hiç kimse bu kasabaya giremiyor. Çevre bölgelerdeki anormal, dev kraterlerin varlığı da burada yıllardır nükleer çalışmaların yapıldığını işaret etmekte.
Kasabanın çok eski bir geçmişi de yok, 1979 yılında kurulmuş. Yamantaw dağı 1,640 metre yüksekliği ile Uralların en yüksek dağı ve bu bölgede Amerika tarafından desteklenen bir nükleer tesisin bulunduğu tahmin ediliyor. Amerikalılara bu kasabanın ne amaçla kullanıldığı sorulduğunda, Amerikan yetkililer, bu bölgenin birçok farklı şey olarak kullanıldığını söylemiş : Rus hazinelerinin saklandığı bir depo, yemek deposu ve nükleer bir tehdit altında kalınırsa , liderlerin saklanabileceği bir sığınak. Sonuç olarak Mezhgorye bölgesi bu dünya için dev bir sır olmaya devam ediyor.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


4- Kuzey Kore’deki 39. Oda
39. Oda Kuzey Kore’nin en gizli kuruluşlarından biri. Kuzey Kore’nin kurucusu olan Kim Il-Sung’un ölümünden sonra başa geçen oğlu ve ailesinin paralarını kontrol etmek amacı ile kurulmuştur.
Kuzey Kore’de bütün Televizyon ve radyo kanalları tamamen devletin kontrolü altındadır ve bu aygıtlarla beyni yıkanan vatandaşların internet kullanması yasaktır. İnternetin bile yasak olduğu diktatörlükle yönetilen Kuzey Kore’de kara para aklama ve yolsuzluk gibi işlerin hükümet eliyle sürdürüldüğü düşünülen Büro 39’a girmenin cezası ölümdür ve ceza giren kişinin ailesine de uygulanır.
Söylenenlere göre burda İsviçre’den para transerferleri ve sahtecilik yapılıyormuş. Diğer iddalara göre de burdan tüm dünyaya uyuşturucu kaçakçılığının da yapıldığı söyleniyor. Kuzey Kore bu iddiaların hepsini reddetmiş olsa da 39. Oda’ya giriş tamamen yasak !

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


5- Amerika’daki Mount Weather
Blue Ridge Dağları’nın eteklerine kurulmuş Mount Weather Merkezi, hükümetin acil durum operasyonlarını yürüttüğü yer olarak biliniyor. 1958 yılında Sovyet Rusya’nın Sputnik uydusunu uzaya fırlatmasının ardından savunma amaçlı kurulan merkeze ABD’nin üst bürokratı olsanız dahi giremiyorsunuz. Şimdilerde ise bu merkez büyük bir felaket durumunda seçilmiş elit kişilerin kullanmaları için düzenlenmiş bir yeraltı ve yerüstü yaşam alanıdır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


6- Norveç’deki Svalbard Küresel Tohum Deposu (Kıyamet Ambarı)
Norveç’in kuzeyindeki Spitsbergen Adası’nda, buzullar arasında dev gibi bir dağın 130 metre altında inşa edilen ve 9 milyon dolara mal olan “Svalbard Küresel Tohum Deposu” , Mart 2008’den beri faaliyet göstermektedir. Doğal felaketler veya nükleer savaşlar gibi nedenlerle Dünya’daki yaşamın sonunun gelmesi ihtimaline karşın içinde erzaklarla beraber Dünya’daki bilinen bütün bitkilere ait milyonlarca tohumun saklandığı bir yeraltı deposudur.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


7- İngiltere’deki RAF Menwith Hill
İngiltere’deki bu hava kuvvetleri üssü dünyanın bilinen en büyük uydu takip ve istihbarat istasyonudur.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


8- Amerika’daki 51. Bölge
51. Bölge, ABD Las Vegas’ın 153 km kuzeyinde, Groom Gölü yakınında olup Nevada Test Sahası ve Nellis Hava Kuvvetleri Sahası ile çevrelenmiştir. Sahibi Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı ve Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri olan ve bilindiği kadarıyla uçak ve düşman silahları inceleme, analiz etme ve araştırma merkezi olarak kullanılmakta olan bir bölgedir. Yeni uçakların da test ve geliştirme yeri olarak da kullanıldığına inanılmaktadır. UFO teorilerinin de üzerinde üretilmesi ile ünlüdür.
Dünyanın en iyi korunan ve en çok gizli tutulan bölgesi olduğu söylenir. ABD başkanı bile ancak özel izinle girebilmektedir ve sebebi ne olursa olsun 51. Bölge’ye izinsiz giren kişiler öldürülürler.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


9- Hindistan’ın Andaman adalarına bağlı Kuzey Sentinel Adası
Bu adada günümüz teknolojisini daha önce hiç görmemiş 500 kadar yerli dış dünyadan habersiz bir şekilde yaşamaktadır. Adadaki yaşamın orjinalliğinin bozulmaması için adaya gitmek Hindistan hükümeti tarafından yasaklanmıştır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


10- Fransa’daki Lascaux Mağaraları
Güney Fransa’nın Dordogne sırtlarında, tarih öncesi dönemlerden kalma mağaralardır. 1940 yılında kaybolan bir köpeği arayan dört çocuk tarafından bulunan mağaralar sonrasında ziyaretçilere açılmış ancak duvar resimlerindeki renklerin solmaya başlamasıyla 1963’te halka kapatılmıştır. İçinde Eski Taş Çağı’na ait tuhaf çizimlerin olduğu 20.000 yıllık bu mağaralara şimdilerde sadece özel seçilmiş birkaç araştırmacı girebilmektedir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


11- Brezilya’daki Yılan Adası
Ada, bir insanı öldürüp derisinin erimesine sebep olacak kadar zehri güçlü binlerce yılana ev sahipliği yapmaktadır. Her bir metrekaresinde ortalama bir yılan bulunan bu adaya bırakılabilecek bir kişinin birkaç günden uzun hayatta kalması imkansıza yakındır. Bu adadaki yılan nüfusundan haberi olmayan binlerce göçebe kuş bu adada dinlenmek için durduğunda binlerce yılan tarafından kısa sürede katledilirler.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


12- Moskova’daki şehir altı tünelleri
Moskova’nın altında gizli metro hatları olduğuna dair çok sayıda dedikodu ve rivayetler vardır. Bu konu özellikle 90’lı yıllarda aktif bir şekilde tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor.
Stalin zamanında yapılan bu tüneller, 30.000 kişilik kapasiteye sahip ve tüm şehri dolaşabiliyor. Kurulduğu yıllarda “Metro 2” adıyla da bilinen tüneli gezmeye niyetlendiğinizde karşınızda KGB ajanlarını bulmanız muhtemel.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


13- İtalya’daki Vatikan’ın gizli arşiv odası
Vatikan aslında politikası gereği 75 yılı doldurmuş belgeleri insanlığın bilgisine sunuyor. 1881 yılına kadar belirli akademisyenler ve bilimsel araştırmalar için kapılarını açan Vatikan’ın gizli arşivlerine şimdiler de ulaşmak mümkün değil.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun

 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Naftalin kokusu böcekleri öldürür veya kaçırır mı ?[/h]Böcekler havaların ısınması ile beraber daha çok hareketlenmeye, üremeye ve daha fazla ortalıkta görünmeye başlarlar. Bu aylar böceklerin en sevdiği ortam olan sıcak ve nemli yerlerin oluşmasına da zemin hazırlar.
Böcekler genellikle kıyıda köşede kalmış, farketmediğiniz yemek parçaları ve ekmek kırıntılarına, lavoba altları gibi serin, nemli ve karanlık yerlere yuva yapmak için gelirler. Ayrıca yer, duvar ve tavanlardaki çatlaklar, delikler böceklerin evlere girmelerine kolaylık sağlamaktadır. Bu çatlak ve delikleri tamir ederek böceklerin evinize girmelerine engel olabilirsiniz fakat bunlara rağmen böcekler hala evinize gelmeye devam ediyorsa çoğu kişinin kullandığı gibi naftalin kullanmayı deneyebilirsiniz. Ancak yazımızın da ana konusu olan naftalin kokusu böcekleri öldürür veya kaçırır mı ? ve naftalinin böceklere etkisi nedir ? gibi sorulara yanıt vermeden önce naftalin ve zararları hakkında biraz bilgi sahibi olmanızda fayda var.
NAFTALİN NEDİR ? NE İŞE YARAR ?
Naftalin veya naftalen, kapalı kimyasal formülü C10H8 olan, aromatik hidrokarbondur. Maden kömürünün damıtılmasıyla elde edilir ve beyaz pulcuklar biçiminde, billur yapılı bir katıdır.
Naftalinin keskin ve kendine özgü bir kokusu vardır. Yoğunluğu 1,15 olup, 80 °C’de erir, 217 °C’de kaynamaya başlar. Suda çözünmez, alkolde ise, ısıyla doğru orantılı olarak artan bir yoğunlukta çözünür.
Atmosfer ortamında kolaylıkla buharlaştığından haşere ile mücadelede; güveleri uzaklaştırdığından yünlü kumaş ve kürkleri korumakta sıklıkla kullanılır. Sanayide eritici, yakıt ve boya hammaddesi olarak, eczacılık ve parfümeride ise ara madde olarak kullanılır. Ayrıca lavaboların temizlenmesinde de büyük rol oynar. Naftalin katı halden gaz hale sıvı olmadan geçer. Bu geçişe süblimleşme denir.
NAFTALİNİN ZARARLARI VE İNSAN SAĞLIĞINA ETKİLERİ
Yukarıda bahsettiğimiz gibi naftalin buharlaşan, uçucu bir maddedir. Elbise dolaplarınızda ve giysilerinizde duyduğunuz o kokunun sebebi de naftalin buharıdır. Paket paket alıp her yıl yenilediğimiznaftalin yanlış kullanıldığında sağlık açısından çok tehlikeli sonuçlar doğurabilmektedir. Üzerine naftalin bulaşmış giysileri giymek, naftalinden zarar görmek için yeterlidir ancak bundan daha da tehlikelisi bu havayı uzun süre solumaktır.
Pek çoğumuzun giysi dolabı yatak odasında bulunur ve naftalin genellikle bu dolaplara konulmaktadır.Dolaplarda buharlaşan naftalin, oda içerisine yayılmakta ve uykuda olduğunuz korumasız zamanlar boyunca naftalin buharı ciğerlere çekilmektedir. İlk bakışta az bir miktar olduğu için küçümsenip önem sıralamasında ciddi bir yere konulmasa da naftalin buharının her gün kesintisiz solunması çok tehlikeli sonuçlara varabilmektedir.
Naftalin (ve diğer böcek öldürücüler) güvelere karşı kullanılan önemli bir kimyasaldır. Ama aileniz ve çocuklarınız da bu kimyasal ile en az güveler kadar temas halinde yaşıyor. Evinizde böyle bir risk olduğunu daha önce hiç düşünmüşmüydünüz ?
Naftalin özellikle çocukların gelişmemiş metabolizmaları için çok tehlikeli sorunlara yol açabilir.Naftaline temas etmenin ve uzun süre naftaline maruz kalmanın sağlık açısından kesinlikle zararları vardır. 20 ppb (part per billion, yani 1 milyar partikül içerisinde 20 partikül) sınırı sağlık açısından tehlike arz eder. Solunma yapılan ortamda bulunması 10 ppm (1 metreküp havada yaklaşık 50 mg) ile sınırlandırılmıştır (Amerika standartları). Buradan hareketle ortamın hacmine göre kullanılabilecek naftalin miktarını hesaplayabilirsiniz. Daha detaylı hesaplama yapmak isteyen olursa naftalinin 20 °C deki yoğunluğu 4,42 g/cm³ ’tür.
Naftalinin uzun süre ya da aşırı solunması sonucu kırmızı kan hücreleri zarar görür. Bitkinlik, halsizlik, solgun beniz gibi belirtileri olan kansızlık rahatsızlığı baş gösterebilir. Ayrıca naftalin mide bulantısı, baş dönmesi, kusma, bayılma, ciğerlerde hasar meydana getirebilir, gözleri tahriş edebilir. Naftalin sadece solunum yoluyla değil temas edilmesi durumunda da vücuda geçebilir ve çeşitli zararlar meydana getirebilir.
Naftalinin reaksiyonları genelde benzenin reaksiyonlarına benzer. Naftalin, benzenden daha az doymuş olduğu için, kısmi katılma reaksiyonları verir. Büyük miktarlarda naftaline maruz kalınması alyuvarlara da zarar verebilir ve hatta alyuvarları yok edebilir.
Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) tarafından naftalin, insanlarda ve hayvanlarda kansere neden olabilen bir madde olarak sınıflandırılmıştır (Grup 2B). Güve ilacı olarak üretilen naftalin topları ve naftalin içeren diğer ürünler AB içerisinde 2008 yılından itibaren yasaklanmıştır.
NAFTALİN KULLANIRKEN DİKKAT !
Zararlı böceklerden ve güvelerden korunmak, özellikle de uzun süre kullanılmayacak kıyafetleri saklamak için naftalin sıklıkla tercih edilir. Fakat uzun süre naftaline maruz kalmak ve temas etmekinsan sağlığını ciddi şekilde tehdit etmektedir. Evlerde sık görülen zehirlenmelerden biri olan naftalin zehirlenmesi küçük çocukların naftalini şeker zannederek yemesi sonucunda veya kullanım sırasında istemeden uzun süre solunmasıyla ortaya çıkmaktadır.
Avrupa ülkelerinin birçoğunda kullanımı yasaklanan naftalin ilk olarak mide bulantısı, kusma, baş dönmesi ve bayılma gibi yan etkiler göstermektedir. Bunların dışında naftalin ciğerlerde hasar ve gözlerde tahriş oluşturmakta, akciğer ve gırtlak kanserlerine dahi sebebiyet verebilmektedir.
Maden kömürünün damıtılmasıyla elde edilen ve toz veya tablet halinde kullanılabilen naftalinler yerine organik fosforlu ve karbonatlı böcek öldürücüler kullanılabilir. Bu organik fosforlu ve karbonatlı böcek öldürücüler hem daha sağlıklı hem de daha etkilidir. Ayrıca bu ilaçlarda bulunan ‘sentetik piretroit’ adlı madde sayesinde sadece güve değil, hamam böceklerine de bire bir çözüm üretilmiş oluyor.
Naftalin aynı zamanda sigaranın da içinde bulunan maddelerden biridir ve bağımlılık yapıcı bir özelliğe sahiptir. Kokusundan rahatsız olan kişiler kadar çok seven kişilere de rastlamak mümkündür.
HAMAM BÖCEKLERİ İLE MÜCADELE
Hamam böceği hangi kokuyu sevmez ?
Hamam böcekleri sizi, evcil hayvanlarınızı hatta misafirlerinizi algılayıp tanıyacak yeterli donanıma sahiptirler. Evde hamam böceği gördüyseniz bu yarık ve çatlakların içerisinde yüzlercesinin saklanabileceğinin işareti olabilir. Araştırmalara göre, hamam böcekleri yalnız yaşayamazlar, bu onların sağlığı açısından olumsuz etki yapar. Bu canlılar çok yüksek hızla üreyebiliyorlar ve çeşitli yaşam koşullarına kolaylıkla ayak uydurabiliyorlar.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Kafası koparılan böcekler 10 gün kadar yaşayabiliyorlar, sonrasında susayıp ağızları olmadığı için su içemediklerinden ölüyorlar. Hastalık ve bakteri yayıcı özellikleri olan hamam böcekleri sağlık açısından tehdit oluştururlar ve bu yüzden bulundukları evden derhal uzaklaştırılmaları gerekir.
Araştırmalar sonucunda hamam böceğinin bazı kokuları sevmediği ve bu kokuların bulunduğu ortamlara girmediği tespit edilmiştir. Hamam böceğinin sevmediği bu kokular şunlardır :
Kedi nanesi (Nepeta cataria) : İhtiva ettiği nepetalactone maddesinin hamam böceği kovucu etkisi olduğu tespit edilmiştir. İnsan ve hayvanlara zararlı olmayan bu bitki kedilerde farklı kimyasal reaksiyona neden olduğundan kedi sahiplerinin kullanırken buna dikkat etmeleri gerekir. Bir miktar su ile karıştırılıp sprey olarak kullanılması tavsiye edilir.
Defne yaprakları : Defne doğal bir böcek kovucudur. Bu bitkinin kokusunu hamam böceği iğrenç bulmaktadır. Mutfağınızda bulundurduğunuz ezilmiş defne yaprakları sadece bu böceklere değil ayrıcakarınca gibi diğer haşerelere karşı da kovucu etki gösterecektir. Defne yaprağını kaynatıp ‘böcek çayı’ hazırlayıp mutfak ve böceklerin sık bulunduğu alanlara püskürtebilirsiniz.
Narenciyeler : Hamam böcekleri ve diğer bu tip böcekler narenciye kokusunu sevmez. Evinize limon veya portakal suyunu bir fısfıs yardımıyla sıkmanız hamam böceği için kovucu etki yapacaktır. İstilaya uğrayan bölgelerde limon suyunun etkili olduğu gözlemlenmiştir. Yerleride az miktarda sulandırılmış limon suyu ile silebilirsiniz. Bu narenciyelerin kabukları da kovucu etki yapar. Limon veya portakal kabuklarını rendeleyip dolaplarınızın içerisine yerleştirin. Bu rendelenmiş kabuklar sadece hamam böceklerini değil ayrıca güveleri de evinizden uzak tutacaktır.
Kırmızı biber : Kırmızı biber böcekleri uzaklaştırıcı etki yapar. Bir ‘hamam böceği çorbası’ hazırlamanızı öneririz. Bunun için 1 litre kaynar suya bir yemek kaşığı kırmızı biber, ezilmiş sarımsak, ezilmiş veya rende beyaz soğan ekleyin. Daha sonra soğumaya bırakın. Soğuyan ‘hamam böceği çorbası’ nı bir sprey şişesine doldurun ve haşerelerin bulunduğu alanlara sıkın.
Biberiye yağı : Bazı bitkisel uçucu yağların kokusunu böceklerin sevmediği bilinmektedir. Bu yağları kullanarak haşereleri evinizden uzaklaştırabilirsiniz. Evinizde yuvarlak pamuk topları yapın ve bu toplara biberiye yağı sıkın. Topları böceklerin sık bulunduğu alanlara yerleştirin. Ancak koku uçacağından bu işlemi tekrarlamanız gerekecektir.
Sarımsak : Birçok böcek bu bitkinin kokusundan nefret eder ve hamam böceği de bu böceklerden biridir. Şüphesiz en etkili koku taze ezilmiş sarımsağın kokusudur. Ancak bu koku sadece böcekleri değil insanları da rahatsız etmektedir. Sarımsak tozu ise bu anlamda daha hafif bir çözüm olabilir. Evinizin köşelerine sarımsak tozu serpebilirsiniz.
Yalancı portakal : Türkiye’de çit ve süs bitkisi olarak yetiştirilen yalancı portakalın bu böcekleri uzaklaştırıldığı bilinmektedir. Ancak unutmayın çürük meyveler tam tersi bir etki yaratarak, böcekleri evinize çekebilir.
Salatalık : Hamam böceği salatalık kokusunu sevmez. Taze salatalık kabuklarının yaydığı koku bu böcekleri kovucu etkiye sahiptir. Salatalıkları soyup kabuklarını haşerelerin bulunduğu bölgelere koyabilirsiniz. Koku taze olduğu sürece kaçırıcı etki devam edecektir.
Lavanta : Lavanta yağı, lavanta kesecikleri gibi çözümler böcekleri evinizden uzak tutacaktır.
Çay ağacı yağı : Kapı, pencere altlarına ve böceklerin geldikleri alanlara püskürtülen çay ağacı yağı da haşereleri evden uzak tutacaktır.
Sirke : Bir miktar su ile seyreltilmiş sirkenin bu böcekleri evlerden uzaklaştıracağı bilinmektedir. Suyla karıştırılan sirke bir püskürtmeli şişeye doldurulur ve haşerelerin mekanlarına sıkılır.
Boraks (borik asit) : Bu madde böcekler üzerinde öldürücü etki yapmaktadır. Ancak evcil hayvanlara da zararlı olabileceğinden dikkatli olunması gerekir. İçeriğinde boraks bulunan yemler de bu konuda oldukça etkilidir. Genel olarak yumurta sarısı, haşlanmış patates veya şekerle karıştırılıp böceklerin bu yemi yemesi sağlanmaktadır. Ayrıca kakao, un gibi gıda maddeleri de hamam böceklerinin sevdikleri yemlerdendir ve tuzak hazırlamakta kullanılabilir. Boraks sulandırılıp püskürtülerek de böcek öldürücü olarak kullanılır.
Karanfil yağı : Duvardaki çatlaklara ve dolaplarda bulunan deliklere birkaç damla karanfil yağı damlatarak hamam böceğinden doğal yollar ile kurtulabilirsiniz.
Pandanotu, (Pandanus amaryllifolius) : Bu bitki böceklerin solunum ve sinir sistemlerini tahrip ederek onları evinizden uzaklaştırır.
Naftalin : Hamam böceklerinin naftalin kokusunu sevmediği tespit edilmiştir. Ancak naftalinin içerisinde bulunan bazı maddeler insan sağlığına da zarar verebileceğinden bu çözüm yöntemi pek önerilmemektedir.
Beyaz fare (Hamster) : Beyaz fare bulunan evlerde hamam böceği olmadığı gözlemlenmiştir. İlginç bir bilgidir, fakat bu böceklerin fare kokusunu sevmediği bilinir.
Amonyak : Amonyak ilavesi ile zeminleri silebilirsiniz. Bu koku da hamam böceği kaçırıcı etki yapar. Fazla miktada solunduğunda amonyağın insanlar üzerinde de zehirleyici etkisi olduğu tespit edilmiştir.
Hamam böceğinin sevmediği bitkisel yağ kokuları arasında sedir ve okaliptüs’da bulunmaktadır.Özellikle sedir birçok zararlıyı evlerden uzak tutması açısından favori bir üründür.
Boya kokusu : Böcekler taze duvar kağıdı, boya, tamirat ve temizleyici kokularından hoşlanmazlar.Evinizi sürekli temiz tutarak bu böcekleri evinizden uzaklaştırabilirsiniz. Unutmayın bu böcekler çok dayanıklıdırlar ve uzun süre aç kalabilirler. Ancak susuzluğa karşı çok uzun süre mücadele etmedikleri ispatlanmıştır. Bundan dolayı evinizde bu böceklerin su kaynaklarını yok etmekten işe başlayın. Lavabolarınızı ve banyo zeminlerinizi her zaman kuru tutmaya özen gösterin. Ölümcül derecedezehirlenmiş bir böceğin suya erişimi olursa yaşama şansı artacaktır. Bunun haricinde ortalıkta gıda maddesi bırakmayın. Kuru baklagiller haricindeki gıdaları buzdolabında tutmaya çalışın. Duvarlardaki çatlak ve delikleri kapatın ve bu sayede haşerelerin evinize girmesine engel olun. Yaptığınız uzaklaştırmalar sonucu hamam böcekleri apartmanınızı terk etmeyeceklerdir, sadece komşu dairelere taşınacaklardır. Bundan dolayı onları uzak tutmanın sürekli yollarını bulmanız gerekir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


GÜVELERLE MÜCADELE
Güve nedir ?
Güve kumaş, kürk ve odun gibi şeylere zarar veren bir böcektir. Birçok türü kanatlı olup görünüş olarak kelebeğe benzerler.Güve yaşadığı ortama ve beslenme şekline bağlı olarak farklı isimler ile anılır. Yaygın olarak bilinen güve çeşitleri; Tahıl güvesi, Ahşap güvesi, Halı güvesi ve Deri güvesi’dir.
Bunlardan en zararlısı olarak bilinen Deri güvesinin ön kanatları kahverengi ve siyah noktalıdır ve güve çeşidi bulunduğu ortama göre farklı renklerde olabilmektedir. Deri güvesi larvaları için ipeksi salgısını kullanır ve bir kese oluşturur. Larvalar bu kese içinde gelişimini tamamlar. Güvelerin günlük hayatta en çok zarar verdiği alanlar insanların giysileridir.
Güvelerin biyolojik yapıları
Güve yaşadığı alana bağlı olarak farklı boy ve yapıdadır. Genel olarak 4 – 8 mm boyutlarındadır. Güvenin vücut yapısı ovaldir yani bir beyzbol topuna benzer. Seslere karşı çok duyarlıdır, bu yeteneğini de vücudunu saran milyonlarca hassas tüylere borçludur.
Güvenin uzunlukları türlerine göre değişmektedir. Güve ergin bir hal alıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçer. İlk başta dişi güve yumurtasını belirlediği alana bırakır. Daha sonra ortamın sıcaklığına bağlı olarak yumurtalar açılır, güve kurtçuk şeklini alır ve güve en son adımda kelebek şeklini alarak ergin bir güve olur.
Güvelerde üreme
Güveler yumurtlayarak ürerler. Erkek ile çifteleşen dişi güve, yumurtasını kozaya sarılı halde, bitkilerin yapraklarına, evlerde sıcak, nemli ve kuytu yerlere bırakırlar. Yumurtadan çıkma süreleri değişmekle beraber ortalama 6 ile 10 gün arasında yumurtadan çıkarlar. Yumurtadan çıkan larvalar bulundukları yerlerdeki eşyaları kemirerek, emerek beslenirler. Bir güve tırtılı ortalama 1 ay ile 1,5 ay arasında bir zamanda ergin bir güveye dönüşür. Güve ilaçlama yapılırken bu periyoda dikkat edilmelidir. Kısaca güvelerin özellikleri hakkında bilgi sahibi olmak güvelerle mücadelede size yardımcı olacaktır.
1) TAHIL GÜVESİ VE ÖZELLİKLERİ
Bu güve çeşidi ekinlerin, özellikle de tahılların içinde bulunduğu için bu ismi alır. Tahıl ve hububat tanesinin iç kısımlarını kemirerek beslenirler ve tahıl tanesinin sadece dış kabuğu kalana kadar hiç durmazlar. Bu tip güveler ekin tarlalarında, silolarda, tahıl depolarında ve tahıl ambarlarında sıklıkla görülür. Tahıl güvesi çeşidi insanları ısırmaz sadece insanların besinlerini tükettiği için çok zararlı bir böcektir. Tahıl güvesi çok çabuk üreyen ve çok sayıda yumurta bırakan bir böcektir. Yumurtasını bitkilerin ve tahılların tanesi üzerine bırakarak çoğalır. Tahıl ambarlarına, silolara ve gıda depolarınagüve genellikle yumurta ile bulaşır. Bu yumurtalar besinler ve tahıllar üzerinden gelir.
2) AHŞAP GÜVESİ VE ÖZELLİKLERİ
Ahşap güvesi ismini beslendiği odunsu maddelerden alır. Ahşap, odun ve tahtadan oluşan bütün eşyalara zarar verir. Besin zincirinde insan ve hayvan kanı bulunmaz. Bu bakımdan odun güvesi insanları ısırmaz veya sokmaz.
3) HALI GÜVESİ VE ÖZELLİKLERİ
Halı güvesi evlerde bizlere en çok zarar veren canlılardır. Genel olarak evdeki hayvansal ürünlerden yapılmış giysi ve eşyalara zarar verirler. Halı güvesi evdeki kumaş, kaşmir, deri ve deri eşyaları, kürk, kıl ve yünden oluşan maddeleri ve ipekli kumaşları kemirerek yer ve bunlara zarar verir. Halı güvesiyumurtasını elbisenin koltuk altına, bacak arasına, yaka altlarına ve dikiş aralarına kendisinin ördüğü özel koza içinde bırakır. Halk arasında farklı isimler ile bilinir. Bu isimlerden bazıları şunlardır : Halı güvesi, kürk güvesi, elbise güvesi, mobilya güvesi, giysi güvesi gibi birçok isimle anılırlar.
4) DERİ GÜVESİ VE ÖZELLİKLERİ
Deri güvesi beslenmesinde hayvan derisi ve hayvansal ürünleri kullanırlar. Bu güve çeşidi evlerde deriden, kıldan ve yünden yapılmış her türlü eşyaları kemirir. Deri güveleri ev dışında deri fabrikalarında, elbise depolarında, büyük atölyelerde olmak üzere birçok ortamda bulunurlar.
GÜVELERDEN KORUNMA YOLLARI
Güvelerden korunmak ve güveleri yok etmek için kumaşları, yünleri, halıları, kürkleri, tüyleri sık sık çırpmak, fırçalamak, havalandırmak ve sık sık güneşlendirmek gerekir. Kumaş ve diğer eşyaları güvelerden korumanın en kolay yöntemi, kumaş, kürk vb. eşyaların saklandığı sandık ve dolaplara, at kestanesi, lavanta, karabiber, ham kafuru, naftalin, paradiklorobenzen, piretr veya rotenon tozu koymaktır. Dolaplara koyacağınız bu tür şeyler güveleri eşyalarınızdan uzak tutacaktır. Bu malzemeleri koymaktan başka eşyalarınızı dolaplara katlayarak değil asarak koymakta güvelerin eşyalarınıza zarar vermesini önlemeye yardımcı olacaktır.
GÜVELERE KARŞI DOĞAL ÇÖZÜMLER
Mor kekik, lavanta ve defne güve kovucu olduğu söylenen Akdeniz’li bitkilerdir. Lavanta sadecegüvelerin değil böceklerin ve sineklerin de sevmediği bir bitkidir. Kurutulmuş lavanta yapraklarıyla hazırlanacak torbacıklara bir kaç damla lavanta yağı damlatmak etkiyi daha da arttırır.
Sedir ağacı’nın da güve kovucu etkisi olduğu bilinmektedir. Piyasada bulabileceğiniz sedir ağacından küçük ahşap halkalar güve kovucu olarak kullanılmaktadır. Bu halkalar her yıl zımpara kağıdı ile zımparalanarak kokusu tazelenir ve tekrar tekrar kullanılabilir. Sedir ağacı talaşı, sedir ağacı yağına batırılmış kağıtlar da aynı işi görmektedir.
Kafûru ise güvelerin hoşlanmadığı bir başka kokudur. Ancak piyasada doğal olmayanları da satılabilmektedir. Doğrusunu sorup, öğrenip öyle satınalınması gerekmektedir.
Kıyafetler için dolaplara kurutulmuş limon kabukları konulmuş müslin torbaları asabilirsiniz. Kokulu yonca (Melilotus officinalis) ’nın kurutulmuş yapraklarını da çamaşırlar arasına serperek güveleri kovabilirsiniz. Artemisia türlerinin (örn. Pelinotu Artemisia Absinthium ve Karapelinotu) kurutulmuş yaprakları da güveleri kovmaktadır.
Biberiye’nin güveleri kaçıran kokusu çok eskilerden beri bilinmektedir. Bu sebeple eskiden Akdeniz’de çamaşırları biberiye çalıları üzerine sererek kurutmak adetti.
Terebentin batırılmış bir bezle halılarınızı silerseniz hem temizlemiş, hem de güve yumurtalarından kurtulmuş olursunuz. Ayrıca yün giysilerin cebine sabun koymak, halıları rulo şekline getirip kaldırmadan önce üzerlerine sabun rendesi serpmek de yine halk arasında bilinen güvelerden kurtulma yöntemleridir.
GÜVEYE KARŞI ALINABİLECEK BASİT ÖNLEMLER

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Güvelerin en çok bulunduğu ortamlararasında evlerimiz ve işyerlerimiz bulunmaktadır. Güver genellike evlerimizde yünlü eşyalarda, bakliyatların içinde ve özellikle nemli bölgelerde yaşamaktadır. Her canlı gibi güvelerde besin ve su kaynağı arayışındadırlar. Genelikle sıcak havalarda çıkan güve böcekleri özellikle mutfaklarımızdaki un, buğday, irmik, kurufasulye ve bakliyatların içinde hızla üreyerek gıdalarımızı tüketilmeyecek veya kullanılmayacak hale getirirler. Bu nedenleeğer evinizde güve varsa hiç bir yerde açık gıda bırakmamanız gerekmektedir. Bu kural özellikle evdeki bakliyatlar için geçerlidir. Güvelerin o kadar güçlü dişleri vardır ki bakliyatları korumak için sardığınız poşetleri bile delebilmektedirler.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Beyninden örümcek korkusu çıkarıldı ![/h]İngiltere’de şiddetli baş ağrısı nedeniyle hastaneye giden ve rahatsızlığı ameliyatla giderilen hasta, beyninden alınan parça sayesinde örümcek korkusundan tamamen kurtuldu.
Şiddetli baş ağrısı şikayetiyle doktora başvuran İngiliz, beyninin duygusal tepkiler ve hislerden sorumlu kısmı Amigdala’da sorun olduğu tespit edilince ek taramalara tabi tutuldu. Taramalar, sorununbeyin dışında akciğerlere ve deriye de zarar veren, nadir görülen sarkadoz’dan kaynaklandığını ortaya koydu.
AMELİYATLA ALINDI
Amigdala’nın sol kısmındaki sorunlu bölgeyi ameliyatla almaya karar veren doktorlar, baş ağrılarının geçmesini sağladı. Ancak hastada hiç beklenmedik değişimler yaşandı. Sevmediği reklam müziklerigibi hoşuna gitmeyen seslerden midesi bulunan hasta, bu rahatsızlığından kurtulurken, hayattaki en büyük korkusu olan örümcek korkusunu da aşmayı başardı. Hasta, örümceklerden artık hiç korkusu kalmadığını fark etti.
ÖRÜMCEK KORKUSUNUN NASIL YOK OLDUĞU BELLİ DEĞİL
İngiltere’nin Brighton ve Sussex Tıp Okulu’nda Nick Medford tarafından tedavisi yapılan hasta, ameliyattan önce örümcek gördüğü zaman onlara tenis topları fırlattığını, ilaç sıktığını veya elektrikli süpürgeyle çektiğini belirtti. Ameliyattan sonra ise örümcek fobisi ortadan kalkan hasta, örümcekleri avcuna alarak incelemeye başladı.
Dr. Medford, yapılan ameliyatla hastanın beyninden nasıl spesifik bir fobinin çıkarılmış olduğunu anlamadıklarını belirtti. Medford, bu durumun korkuya verdiğimiz tepkiden kaynaklanıyor olabileceğini belirtti. Örnek veren Medford, “Duvarda gölgesi yansıyan bir cismi ilk başta yılan sanabiliriz ancak dikkatli bakıldığında bunun bir çubuk olduğunu görürüz. Bu çok doğru bir gözlem değil ancak panik tepkisi hayatta kalabilmek için çok önemli” ifadesini kullandı.
SİNİRLER DE ÇIKARILMIŞ OLABİLİR

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Medford, yapılan ameliyatta genel korkuları barındıran bölgenin alınmasıyla hastanın panik bağlantılı korkularından bir tanesini temsil eden sinirlerin de çıkarılmış olabileceğini savundu. Başka fobisi bulunmayan hastanın daha fazla teste tabi tutulmak istemediği belirtildi. Böylece, benzer bir ameliyatın diğer panik tepkilerini nasıl etkileyeceğini anlamak şu an için mümkün görünmüyor.
Neurocase dergisinde yayımlanan araştırmada,Amigdala’nın beyinde çok derinde yer aldığı ve cerrahi operasyon olmadan korku giderici deneyler vegirişimler yapmanın mümkün olmadığı vurgulandı.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Dünya ne zaman ve nasıl oluştu ? İşte Dünya’nın hikayesi[/h]Dünya, bildiğimiz kadarıyla, evrende yaşam olan tek yerdir. Neden ? Dünyamızı bu kadar özel yapan şey nedir ? Bunun cevabı Dünya’nın geçmişinde gizlidir ve onu bulmak için zamanda yolculuk etmekgerekir. Dünya’da yaşayan ilk insanları görmek, hareket edip birbiri ile çarpışan kıtaları seyretmek, ölümcül dinozorlarla karşılaşmak, tuhaf yaşam biçimlerinin olduğu okyanuslara dalmak, buzul çağının acı soğuğunu hissetmek ve korkunç, kozmik füze saldırılarına maruz kalmak demektir.
Zaman içinde Dünya’nın doğuşuna şahitlik edecek kadar geri gidersek, ancak o zaman Dünyamızın inanılmaz hikayesini anlayabilir ve o zaman keşfedebiliriz neden bütün bunlar ve biz hepimiz buradayızdır.
DÜNYA NE ZAMAN VE NASIL OLUŞTU ? İŞTE DÜNYA’NIN HİKAYESİ
Yolculuğumuz yaklaşık 5 milyar yıl önce başlıyor. Fakat bu zaman da gördüğümüz şeyler doğru olamaz çünki göreceklerimiz bizim güzel mavi Dünyamıza hiç benzemiyor. Gördüğümüz sadece yeni doğan bir yıldız. Bizim güneşimiz… Her yer bir toz bulutu ile çevrilmiş. Anlaşılan bu yolculukta çok erken bir tarihe geldik. Henüz Dünya oluşmamış bile.
Zamanı birazcık hızlandırırsak, çekim kuvvetinin toz parçacıklarını küçük kayalara çektiğini görebiliriz. Bu imkansız gibi görünse de Gezegen gibi karmaşık bir şeyi oluşturan, toz parçaçıkları ve kayalardanbaşka birşey değildir. Çekim kuvveti milyonlarca yıl boyunca Dünyamızı oluşturmak için bu kaya parçacıklarını birbirine çekti. Yüzlerce Gezegenden biri, Güneşin etrafında dönüyor. Fakat günümüzden4,54 milyar yıl önce, Gezegenimiz yaşanacak bir yerden çok bir ceheneme benziyor.
Yüzey sıcaklığı 1200 santigrattan fazla. Hava yok, sadece karbondioksit, azot ve su buharı. Ortam çok sıcak ve çok zehirli eğer yaklaşacak olursak, saniyeler içinde yanıp boğulabiliriz. Yeni doğan bu gezegen içinde sıvı kayaların kaynadığı bir kase gibi. Neredeyse hiç katı yüzeyi olmayan, sınırsız bir lav okyanusu.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Theia adlı genç bir gezegen üzerimize doğru geliyor. Büyüklüğü Mars kadar ve hızı saniyede 50 Km. Bir kurşundan 20 defa daha hızlı. Gezegenin çekim gücü Dünya’nın yüzey şeklini bozuyor. Büyük bir şok dalgası yayılıyor. Her iki genç gezegen de sıvılaşıyor. Trilyonlarca ton enkaz uzaya saçılıyor fakat çekim gücü yine mucizesini yapıyor ve yalnızca bir kaç bin yılda, kızıl toz ve sıcak kayalardan bir halka oluşturupDünya’nın çevresini sarıyor.
Ve şimdi 3 bin Km’den geniş olan, bu ateş topundan uydumuz Ay’ın doğuşunuseyrediyoruz. Bizim bildiğimiz Ay’dan çok daha yakın. Dünya’ya uzaklığı 400 bin Km değil, sadece 22 bin Km.
Soğuyan Dünya’nın üzerinde Güneş yükselmekte ve sadece 3 saat sonra ufukta yok olmaktadır.Çarpışmanın etkisi ile Dünya öyle hızlı dönmektedir ki, gün uzunluğu sadece 6 saat sürmektedir. Günler hızlı geçiyor olabilir, ama Dünya çok yavaş değişmektedir.
Gezegenimizin oluşumunu anlamak için, milyonlarca yıl ileriye gidiyoruz. Bir sürü göktaşı, güneş sisteminin oluşumundan kalan enkaz, 3.9 milyar yıl önce Dünya’ya hücum ediyor. Meteorların içindeki garip kristaller tuz taneciklerine benziyorlar. Evet bu kristaller bu gün patates kızartmasına koyduğunuz tuz ile aynı kristaller ! Ve bu kristallerin içinde, küçük su damlacıkları bulunmaktadır. Öyle görünüyor ki bu ölümcül füzeler, Dünya yüzeyindeki yaşam için vazgeçilmez bir maddeyi taşımaktadır. Her bir meteoritin içinde küçük bir miktar su bulunmaktadır. Dünya 20 milyon yıl boyunca bombalandı ve yeryüzünün katılaşmış bölgelerinde su kütleleri birikti. Dünya’nın merkezi sıvı halde kaldı fakatyüzeyindeki sıcaklık 70-80 dereceye kadar soğudu, bu, bir kabuk oluşturmaya yeterliydi. Gelecekte bir içki aldığımızda muhtemelen bu suyu içiyor olacağız. Her bir yudum su birikintisi, bütün okyanusları oluşturan su damlaları, milyarlarca yıl yaşındadır ve bize ulaşabilmek için bir meteorun içinde milyonlarca Km. yol katetmişlerdir.
Dünya şimdi biraz daha tanıdık. Ama hala çok tehlikeli bir yer. Rüzgarlar çok hızlı, çok şiddetli bir fırtınadan bile daha hızlı. Bir mega fırtına’ya denk geliyoruz. Gezegenin hızlı dönüşü fırtınayı daha da kuvvetlendirmiş. Ay Dünya’ya o kadar yakın ki çekim gücü çok etkili ve Dünya yüzeyinde dev gelgitleroluşturmakta. Fakat zamanla Ay uzaklaşır, dalgalar yatışır ve Dünya’nın dönüşü yavaşlar.
Dünya’nın oluşumundan 700 milyon yıl sonra, yüzeyi hayat veren su ile kaplanır. Fakat sadece su ile değil ! Dünya’nın yüzeyinde başka bir şeyler daha var, küçük adacıklar. Sanki birdenbire ortaya çıktılar.Oysa lavların yeryüzüne çıkması ve okyanus üzerinde yükselmesi ile oluşmuşlardır. Zamanla lavlar soğur ve volkanik adaları oluşturur. Bu adaların oluşum hikayesi böyledir. Gelecekte bunlar bir araya gelerek ilk kıtaları oluşturacaklar.
Dünya şimdi su ve karadan oluşmaktadır. Bizim yuva dediğimiz Gezegene benzemeye başlamıştır.Fakat atmosfer zehirli, sıcaklık yakıcıdır. Burada hiçbir şey yaşayamaz. Meteorlar Gezegenin oluşumundan beri yağmur gibi yağıyorlar. Fakat şimdi 3.8 milyar yıl önce, saldıran meteorlar daha şiddetli evreye geçti. Bir şey bu meteorların yörüngesini bozdu. Dünya’ya su getirmişlerdi, ama şimdi başka bir şey daha taşıyorlar. Meteorlar çözünürken, minerallerine ayrıştılar, Karbon ve basit proteinlere dönüştüler, Aminoasitlere.
UZAYIN DERİNLERİNDEN, OKYANUSUN DERİNLİKLERİNE
Okyanusta her yer karanlık ! Güneş ışığı 300 metre derine ulaşamaz. Sıcaklık donma noktasına yakın.Bu bir serap olmalı ! Sualtı bacalarından oluşmuş bir şehir ! Bu duman değil. Bir çeşit sıcak bir sıvı.Deniz suyu Dünya’nın kabuğundaki çatlaklardan geçerek filtre ediliyor. Böylece ısınıyor, mineral ve gazları bünyesine topluyor. Bu karışım okyanusa geri püskürüyor, ve muazzam şekilli kuleleri oluşturuyor. Meteoritlerden gelen bu kimyasallar ve minerallerin karışmasıyla, deniz suyu kimyasal bir çorbaya dönüyor. Bunun ilk kez ne zaman ve nasıl olduğunu bilmek imkansızdır, ancak bu kimyasal maddeler bir şekilde bir araya gelerek Dünya’daki ilk yaşamı oluşturuyorlar !
Artık su, mikroskopik organizmalarla doludur. Bu tek hücreli bakteriler, Dünya’daki ilk yaşam biçimleridir. Bu, Gezegenin oluşumundaki son aşamadır. Mikroskopik yaşam artık başladı. Daha karmaşık yaşam biçimleri bulmak için, zamanda ileri doğru yolculuk etmemiz gerekir. Zamanımızdan 3.5 milyar yıl önceye, sığ okyanuslara.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Gördüğümüz bu şeyler kayaya benziyor, ya da bitkilere. Sanki bir deniz yatağındançıkmış gibiler. Herbiri yaşayan bakteri dağıgibi. Bu koloninin adı Stromatolit’tir. Bu bakteriler sihirli bir şekilde, Güneş ışığını gıdaya dönüştürür. Buna fotosentez denir. Güneş ışığının gücünü kullanarakkarbondioksit ve suyu glikoza dönüştürür.Şekerin basit bir biçimi ve kahvemize koyduğumuz şeyin benzeri !
Bu sihirli dönüşümün bir de yan ürünü vardır, bir gaz, adı Oksijen. Stramatolitler suyun altında yavaş yavaş okyanusu oksijen ile doldururlar. Oksijen sudaki demiri pasa dönüştürür. Bunlar okyanusun dibine çöker ve demirce zengin kayaları oluşturur. Bir gün bu minerali köprüler, gemiler ve gökdelenler yapmak için kullanacağız.
Dalgaların üstünde, oksijen atmosferi değiştirir. Bu Stramatolitler yeryüzünde yaşam için en gerekli olan elementi meydana getiriyorlar. Onsuz yaşayan hiçbirşey var olamaz. Her nefes alışımızda, bir anlamda bu antik bakteri kolonisine
şükranlarımızı sunmuş oluyoruz. Bundan sonraki 2 milyar yıl boyunca Oksijen miktarı artmaya devam etti. Ve Dünya’nın dönme hızı yavaşladığından, günler uzadı. Artık günler en az 16 saat sürüyordu.Gördük ki bir Gezegen yapmak uzun vakit alıyor. 1.5 milyar yıl önce, Dünya’nın doğumundan 3 milyar yıl sonra bile.
Karmaşık bir hayat biçimi yok. Ne bitkiler, ne dinozorlar ne de insan. Fakat Dünya diğer Gezegenlerin sahip olmadığı bir şeye sahipti. Herşeyi değiştirme gücüne. Gezegenimiz, güzel mavi kase, volkanik adalarla dolu. Burası 1.5 milyar yıl önce, ilkel yaşam biçimlerinin yuvasıydı. Milyonlarca yılı aşkın zamandır, birşeyin adaları yeniden düzenlediğini görebiliriz.
Okyanusun hemen altında Dünya’nın kabuğu büyük plakalar halinde kırılıyordu. Derinlerde Dünya’nın çekirdeği hala çalışmaktadır. Güneşin yüzeyinden daha sıcak. Öyle sıcak ki yer kabuğundaki plakaların hareketine neden oluyor. Bu hareketler plakaları itip çekiyor. Okyanusları ve adaları beraberinde taşıyor. Milyonlarca yıl böyle geçer. Dünya bu şekile değişir durur. Aradan 400 milyon yıldan fazla zaman geçer, yeni ve dev bir kıta şekillenir. Adı, Rodinya kıtası (Rodinia kıtası).
Rodinya’nın çevresindeki sığ sularda, Staramotalitler 2 milyar yıldır, sihirli görevlerini yerine getirmektedir. Atmosfere oksijen pompalamak. Sıcaklık 30 derece Celsius ve günler 18 saatsürmektedir. Fakat bu manzara Dünya’dan çok Mars’ı andırıyor. Burada hayata rastlamak için zaman içinde ilerlememiz gerekir.
WASHİNGTON EYALETİ, 750 MİLYON YIL ÖNCE
Gezegenin derinliklerinden bir güç yer kabuğunu yırtarcasına parcalara ayırıyor. Bunu yapabilecek tek bir güç var o da ısı. Erimiş çekirdekten yükselerek yer kabuğunu zorlayıp zayıflatıyor. Santim santim, yıl yıl. Muazzam süper kıta ikiye bölünüyor. Bütün bu jeolojik hareketlilik büyük volkanlar oluşturdu. Bunlar atmosfere karbondioksit pompaladılar. Her yer duman ve gaz oldu. Suyla karışan bu karbondioksit asit yağmurlarına neden oldu. Kayalar asit yağmurlarını emdi ve karbondioksidi de beraber. Şimdi yeryüzünde bir sürü kaya var, kıtanın ikiye ayrılması sürerken atmosferden çok fazla miktarda karbondioksit emildi ve bu kayaların içinde hapsoldu. Atmosferde Güneş ısısını yeryüzünde tutacak kadar karbondioksit bulunmadığı için sadece bir kaç bin yılda, sıcaklık 50 derece düştü.
AVUSTRALYA, 650 MİLYON YIL ÖNCE
650 milyon yıl önce Avustralya donmuş, çorak bir arazi. Bazı bilim adamlarının “Kartopu Dünya” dedikleri bir çağın başlangıcı. Dünya yüzeyini saran en uzun süreli ve en soğuk buz devridir. Her yer binlerce metre yükseklikte dev buz duvarları ile çevrili. Buzu durdurmak mümkün değil. Buz miktarı arttıkça, Dünya’dan yansıyan güneş ışığı miktarı artıyor ve buzun yayılması hızlanıyor. Ancak başka bir buz tabakası daha var, aynı yükseklikte. Bu iki buz tabakası kutuplardan birbirlerine doğru yayılarak ekvatorda buluşurlar. 3 Km kalınlığındaki buz tabakası tüm Dünya’yı kaplıyor. Gezegen başlangıçta bir ateş topu gibiydi, şimdi ise büyük bir buz kasesi. Tüm Güneş ışınları ve sıcaklık uzaya geri yansımaktadır. Ama bu sonsuza kadar süremez. Birşey bu donmuş hapishaneden yeryüzüne yayınmalıdır. Ve bu olduğunda buzun üstünde yaşamın ne olacağını kimse bilemez.
Yüzey donmuş olabilir, fakat çekirdek hala Güneş’in yüzeyinden sıcaktır. Dünya soğumaya başladığından beri volkanlar patlamaktadır. Fakat şimdiye kadar, bunların sıcaklığı ve gücü bile buz üzerinde bir etki yapamadı. Vokanlar milyarlarca ton karbondioksit yaydı. Büyük donma gerçekleşmeden önce kayalar karbondioksitin çoğunu absorbe etmişlerdi. Ama şimdi kayalar buzun altında olduğundan, gazı absorbe edecek birşey yok. Bu nedenle gaz atmosfere yayılır. Bir battaniye gibi Güneş ısısını Dünya’nın çevresinde tutar.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Sıcaklık yükselmeye başlar ve 50 milyon yıl sonra buzlar erimeye başlar. “Kartopu Dünya” devri boyunca buzların yer kabuğunu aşağı doğru ittiği kabul edilmiştir. Şimdi buzlar erirken, bu durum tersine dönmüştür. Bu da yarıklar ve zayıf noktalar oluşturdu. Ve daha çok volkan. Bu volkanlar daha fazla karbondioksit yaydılar ve sıcaklığı daha da artttırdılar. Erime hızlandı, oksijen miktarı arttı. Bir dizi kimyasal reaksiyon sayesinde, buz oksijen üretti.
Dünya buzul çağına girerken, güneşin mor ötesi ışınları buzdaki su moleküllerinden oksijence zengin bir kimyasal madde oluşturmuştu. Hidrojen peroksit. Saçları beyazlatan kimyasal maddenin aynısı ! Şimdi buzlar erirken, Hidrojen peroksit ayrışır ve bol miktarda oksijen açığa çıkarır. Dünya uyanıyor ve artık bambaşka bir yerdir. Dünya’nın hikayesi şimdi yeniden şekilleniyor !
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Milyonlarca yıl önce Dünya nasıl bir yerdi ?[/h]600 milyon yıl önce, atmosfer daha sıcaktır. Bir yaz gününe benzer. Ve günlerin uzunluğu yaklaşık 22 saattir. Buna suyu da eklersek yaşam için harika bir reçete elde ederiz. “Kartopu Dünya“dan önce,okyanuslarda ilkel bakteriler ortaya çıkmıştı. Elbette bütün buz devri boyunca hayatta kalmayı başaramadılar. Bütün insanlık tarihinin 75 katından uzun bir süre. Eğer hayatta kalan birşey varsa, onu bulma şanşımızın en yüksek olduğu yer yaşamı en son gördüğümüz yerdir. Okyanusta !
540 MİLYON YIL ÖNCE
540 milyon yıl önce, oksijenle dolu bir okyanusta, o ilkel bakteriler evrim geçirdiler, büyük buz devrinden sonra. Her yer bitkilerle dolu. Ve başka birşey daha. Bir çeşit silahlı bir sümüklü böceğebenziyor. Adı Wiwaxia. Yeni nesil çok hücreli kompleks organizmalardan biri. Dünya tarihindeki en dinamik zaman dilimlerinden birine giriyoruz. Kambriyen dönemi (Kambriyen patlaması).
Yüksek oksijen seviyesi sayesinde solucanlar, süngerler ve Trilobitler gibi daha büyük yaratıklar oluşmuş ve bunların kemik yapıları gelişmiştir. Böceklerin, ıstakozların ve akreplerin uzak akrabaları ileOkyanuslardaki yaşam çiçekleniyor. Mikroskopik bakteriden, Anomalocaris gibi bir canavara.Anomalocaris, yaklaşık 60 cm boyundadır. Büyük gözlere, keskin dişlere ve aç gözlü uzuvlara sahiptir.Anomalocaris’in Trilobit ile beslenmek için tek yapması gereken uzanıp almaktır. Trilobit kendini savunamaz. Yumuşak karnı meydandadır.
Pikayalar ise sadece 5-6 cm boyundalar. Fakat belkide ilk omurga onlardadır. Milyonlarca yılı aşkın bir sürede bu basit yapı evrimleşti, yaratıklar daha tanıdığımız biçimlere kavuştular. Dalgaların üstündeonbinlerce bitki ve hayvan türü oluştu. Yaşamın gelişmesi artık durdurulamaz gibi görünüyor. Şimdi biraz da karadaki yaşama bir göz atalım.
460 MİLYON YIL ÖNCE
460 milyon yıl önce, kara parçaları yine hareketlendi. İşte yeni kıta Gondwana. Sıcaklık 30 derece,Oksijen seviyesi şimdi içinde yaşadığımız hava gibi. Yeryüzü artık bitkilerle ve yaratıklarla kaplanıyor.Fakat burada bunlardan fazla yok, birkaç alg kümesi dışında. Bunun sadece bir açıklaması var o daGüneş.
Güneş yeryüzüne ölümcül radyasyon yayıyor. Okyanusta gördüğümüz kompleks yaşam karada yaşama şansı bulamıyor. Fakat 15 Km yükseklikte, ışınların atmosfere girdiği yerde, Oksijen Güneş’in radyasyonu ile karşılaştığında, Ozon dediğimiz başka bir gaza dönüşüyor. Bu gaz Gezegen etrafında bir örtü oluşturuyor. Bu ozon tabakası zararlı radyasyonu absorbe eder. 120 milyon yılı aşkın bir süre ozon tabakası kalınlaşır ve Dünya yüzeyine radyasyon ulaşmasını önler. Bu tabaka olmaksızın, karada yaşam olması mümkün değildir. Şimdi radyasyondan korunmuş Dünya’da yaşam tomurcuklanır. Küçük yosun kümeleri ilk kara bitkileridir. Ve daha da fazla oksijen pompalamaktadırlar. Katmanlar çoğalır.
375 MİLYON YIL ÖNCE
Orda bir şey var, suyun içinde kımıldıyor, yüzüyor. Tiktaalik denilen garip bir balık. Boynunu suyun yüzeyine çıkarabiliyor. Yüzgeçlerini ayakmış gibi kullanabiliyor. Bitkilerin tomurcuklandığı yerde karaya çıkıyor. 15 milyon yıl boyunca, Tetrapod denilen bu yaratıklar, evrimleşti. Daha güçlü organlar geliştirip, suyun dışında daha çok vakit geçirdiler. 365 milyon yıl önce, kara onların yuvası oldu. Bunun gibi bir yaratıktan, bütün 4 ayaklı omurgalılar evrimleşti. Dinozorlar, kuşlar ve diğer memeliler.
Çok uzun bir yoldan geldik. Yanıp tutuşan kaya ve tozlardan yaşam fışkıran mavi, yeşil bir gezegene.İnsanlar hala yok. Fakat balıklar, bitkiler ve bu canlılar var.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Bir helikopter böceği (Yusufçuk). Ancak bukartal büyüklüğünde bir helikopter böceği.Bu devin adı Meganeura. Daha önce ayak olan organlar, artık kanat olmuş. Bu sayede böceğin avlanma alanı çok geniş bir alana yayılmış. Kırkayaklar, örümcekler ve herçeşit böcek mevcut. Eklem bacaklı denilen, bu yaratıklar, karada yaşayan ilk canlılardan biri. Yüzlerce milyon yıldır yaşamaktadırlar. Görünüşleri tıpkı günümüzde evimizi basan böceklere benziyor. Sadece büyük bir fark var: Meganeura gibi, onlar da bir canavardır. Devlerin kayıp dünyasında dolaşıyoruz. Kırkayaklar 2 metre boyunda. Ve akrepler baykuş büyüklüğünde. Atmosferdeki yüksek oksijen seviyesi, solunum sistemlerini daha verimli hale getirdi, böylece yaratıkların vücuları büyüdü.
Hylonomus adlı kertenkele benzeri bir yaratık. Şimdiye kadar gördüğümüz yaratıklar yumurtalarını denize bırakıyorlardı ancak Hylonomus öyle yapmıyor . Bu yumurtalar Hylonomus’un gelişimi içinoldukça uygun. Yavrular kendi koruyucu yuvalarında büyüyor. Yumurta Evrimsel anlamda bir dönüm noktasıdır. Şimdi hayvanlar suyu geride bırakıp, karaları fethedebilir. Bir yavru Hylonomus, bu yolculuğa öncülük edecek. Yeni bir tür yaratık, bir sürüngen doğacak.
Yaşamla beraber ölüm de gelir buna engel olunamaz. Çok fazla ölü bitki var. Bunlar yoğun katmanlar halinde zamanla biriktiler. Yüzmilyonlarca yıl boyunca, kayalar bu katmanları kapladı. Dünya’nın merkezinden gelen ısı ve kayaların oluşturduğu basınç, bu ölü bitki katmanlarını, kömür yataklarına dönüştürdü. Bugün evimizi ısıtmak için şöminelerimizde yaktığımız her kömür parçası, 300 milyon yıl önceki ölü bitkilerden yapılmıştır. Bu ölü görüntünün aksine hayat devam eder. Çok geçmeden tohumlar filizlenir, bitkiler büyür, çorak araziler tekrar hayat bulur. Yaşam Gezegeni fetheder.
Sibirya düzlüklerinde bir hayvan sürüsü. Ancak bunlar dinozor değil. Onlar en azından bir 20 milyon yıl daha yeryüzünde görülmeyecekler. Ama bunlar büyük. Evrim büyük bir sıçrama yapmış. Daha önce küçük kertenkeleler görmüştük, şimdi dev sürüngenler. Adları Scutossauros. Kaplumbağaların uzaktan akrabası ve otoburlar. Otoburların görüntüsü böyleyse etoburlar ciddi şekilde korkunç olmalıdırlar.
Bir Gorgonopsid. Mükemmel dizayn edilmiş tarih öncesi bir ölüm makinası. Gorgonopsid kılıç kibi keskin dişleri ile Scutossauros’u yaralıyor. Katil izliyor. Ta ki avı kan kaybından zayıf düşene kadar. Bir dakika. Geri çekiliyor ! Garip bir şeyler oluyor. Yer ısınıyor ! Yüzeyin altında çok büyük bir basınç olmalı. Bunlar lav. Fakat bu tek bir volkan. Bütün kara parçası patlıyor. Sel gibi bir volkanik patlama. Muazzam bir manto tabakası, Dünya’nın merkezinden fışkırıyor. Yarıklardan erimiş kayaları püskürtüyor. Yemyeşil cennet şimdi yaşam olmayan bir cehenneme döndü. Scutossauros ve Gorgonopsidler ölüyor. Onlar Dünya’da görülmüş en büyük yok oluşun (soy tükenmesi) ilk kurbanlarıdır. Permiyan yok oluş (Permian extinction)
Gondwana kıtasının diğer yanında, sanki hiçbir şey olmamış gibidir. Her yer kar’la kaplı. Ama sıcaklık 20 derece civarında. Ama bir dakika bu kar değil, kül. 16 bin Km uzaktaki patalamanın külleri. Kül Dünya’daki hayvanları yakar, boğar ve öldürür. Patlamanın etkisi ile atmosfer kükürt dioksit ile dolmuştur. Yağmurlar yağınca bu gaz sülfirik aside dönüşür ve üzerine düştüğü herşeyi yakar.
Başlangıçta bu bölgesel bir afet gibi gözükse de tüm Dünya’ya yayılır. Sibirya patlaması Dünya’nın karbondioksit seviyesini arttırır. Atmosfer ısınır, su buharlaşır, bitki örtüsü ölür. Yeryüzünde yaşamın tutunmaya başladığını düşünmüştük. Ama öyle görünüyor ki yanılmışız. Karada artık hiç yaşam belirtisi yok. Fakat okyanuslarda… Bu gerçek olamaz… Okyanus pembeleşiyor ve bitkiler, tribolitler, canavarlarherşey gitmiş. Bu pembe algler hariç herşey. Isınan atmosfer, okyanusu ısıtmış ve böylece içindeki oksijeni uzaklaştırmış olmalı. Artık bu durgun sularda Algler dışında hiçbir şey yaşayamaz.
Sibirya patlaması bütün bir gezegeni değiştiriyor. Hiçbir şey, okyanusun en derin noktası bile onlar için ulaşılmaz değil. Bakın, baloncuklar ! Ama bu oksijen değil, metan. Deniz tabanındaki büyük metan çukurlarından sızıyor. Metan bir sera gazıdır, karbondioksitten en az 20 kat öldürücüdür. Gaz şimdiye kadar donuyordu, fakat deniz sıcaklığının yükselmesi nedeniyle artık gaz eriyor. Atmosfere karışan, bu güçlü gaz sıcaklığı daha da yükseltir. Neredeyse 40 dereceye kadar. Sibirya patlamasından önceye göre 6 derece daha yüksek. Bu kadar uzağa gelebilen yaratıklar bile öldü.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Patlamanın başlaması üzerinden 500 bin yıl geçti. Yarım milyon yıllık bu süre boyunca lav fışkırıp durdu. ABD’yi kaplayacak büyüklükte lav döküldü. 6 Km derinlikte erimiş kaya tabakası oluştu. 250 milyon yıl önce başladığımız yere döndük.Neredeyse yaşamsız bir Gezegen’e.Yeryüzünden yaşam izi silindiğinden beri50 milyon yıl geçti ve Gezegen dönüştü.
200 MİLYON YIL ÖNCE
200 milyon yıl önce, Pangeia isimli sadece bir süper kıta var. Bir kutuptan diğerine uzanan. Bu kitlesel nesil tükenmesinin travması geçtikten sonra, Gezegen iyileşme sürecinde. Sıcaklık dengeleniyor, Asit yağmurları nötralize oluyor ve bitki örtüsü geri dönüyor. Artık yeni türler için kapılar açıktır. Bunlardan biri Gezegene o zamana kadar ve o zamandan beri hiç görülmemiş bir biçimde hükmedecektir. Dinozorlar.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]İlk dinazorların doğuşu ve Dünya’nın değişimi[/h]Ammossauros, bütün dinozorlar gibi, Büyük soy tükenmesinden kurtulan bir avuç, sürüngenden evrimleşmişlerdir. 4.5 metrelik boyları yavaş ve savunmasız olmalarına sebep olur. Bir Dilophosaurus,hayır iki tane. Küçük ve hızlıdırlar. Bir Ammossauros, bir Dilophosaurus için çok büyüktür ama ikisi için değil.
Dinozorlar dünya nüfusunu yeniden arttırdılar. Fakat bu huzursuz ve değişken Gezegende hiçbir tür hüküm süremezdi. Dünya’nın kabuğu inceliyor. Lav fışkırıyor, depremlerle sallanıyor. Sanki görünmeyen bir güç tarafından geriliyor ve Kuzey Amerika’nın doğu sahilinde de aynı şey oluyor.Yeryüzünün plakaları yine hareket ediyor. 190 milyon yıl önce, Pangeia süper kıtası bölünüyor. Büyük bir kara parçası kırıldı. Bu bir çöküntü oluşturuyor ve bu Tethys denilen yeni bir okyanus tarafındandolduruluyor. Günün birinde Orta Doğu olarak adlandırılacak.
Akıntılar kıyı sularına bir çok besin getiriyor. Sudi Arabistan, Irak ve İran olacak yerlere. Ve bu besinler balıkları cezbediyor. Milyonlarcasını ! Bu kadar çok hayat aynı zamanda ölüm de getirir.Okyanusun tabanını ölü balık ve plankton tabakası kaplar. Bundan sonraki 10 milyon yıl boyunca, kaya tabakaları ölü yaratıkların üzerini kapladı ve ısıttı. Antik balık ve planktonlar artık petrol oldu.Arabalarımızdaki her litre yakıt, Gezegendeki her plastik parçası, duvarımızdaki boya ve üstüne bastığımız halı, hatta yıkandığımız sabun, neredeyse tamamının kaynağı budur.
180 milyon yıl önce, daha batıda Kuzey Amerika plakası, hala Avrupa ve Asya plakalarından ayrılıyordu. Bu ayrılma yılda 2.5 santim kadar çok yavaş bir hızla oluyordu. Tırnaklarımızın büyüme hızıyla aynı.
Zamanı biraz daha hızlı sarıyoruz ve şimdi önümüzde yeni bir okyanus ve yeni kıtalar uzanmaktadır. Montreal, Marakesh’ten ayrılıyor. NewYork, Batı Afrika’dan. Bildiğimiz Dünya biçimine kavuşuyor. İki kıta arasındaki boşlukta, büyük bir okyanus oluşur. Atlantik okyanusu ve ortada bir volkan. Daha önce hareket eden plakalar görmüştük, bunun sebebinin yerkabuğunun derinliklerindeki akıntılar olduğunu biliyoruz.
Bu proses aşağıda şu anda bile olmaktadır. Okyanusun tabanı tamamen ikiye ayrıldı ve bir dizi dağ ve volkanı yukarı doğru itti. Himalayalardan bile daha yüksek ve Rocky dağlarından daha uzun. Burada su sıcak. Erimiş lav Dünya’nın derinliklerinden gelerek yolunu zorla açar. Lavlar soğuyarak yeni birvolkanik dağ ve yeni bir okyanus tabanı oluşturdular. Plakaları iten ve Pangea’yı bölen budur, Dünyamızı yeniden biçimlendiren. Dünya’yı kıpırdatıp duran işte bu jeolojik hareketliliktir. Yaratıcı, eşsiz ve Dünya’nın kendini her geliştirişinde üstünde yaşayan şeyler uyum sağlayıp evrimleşmek zorundadır.Equilossauruslar gibi şeyler de buna dahil !

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Equilossauruslar karada yaşayan sürüngenlerin atalarıdır. Ama Gezegen değiştikçe onlar da değiştiler.Yüzgeçleri gelişti ve yeni oluşan Atlantik okyanusuna yöneldiler. Boyları 6 metre uzunluğunda ve hızlı saatte 40 Km. Okyanusların en hızlı yaratığı, en etkili katil veDünya’daki okyanuslarda 50 milyon yıl hüküm sürdüler. Fakat şimdi tacı için yeni bir rakip var. bu rakip bir Plesiosaur. Bir otobüsten uzun ve bir kamyon kadar ağır. Dev çeneleri var. Büyük beyaz köpekbalığının çenelerinden 8 kat daha kuvvetli. Dişleri ise 30 cm uzunluğunda.
Dünya ve üzerinde yaşayan canlılar tanınmayacak biçimde değiştiler. Burası bir zamanlar kara parçası idi şimdi ise Atlantik okyanusu. Burası tam da bizim, durup Ammosaurusun büyümesini seyrettiğimiz veDilofossauros’un avını takip ettiği yer. Dinozorların dünyası değişik olabilir, fakat hakimiyetleri kesindi.
Bir kır faresi benzeri memeli düşünün ve 185 milyon yıl önceki büyük nesil tükenmesinden sağ kalan memelilerin evrimi ile oluşmuş. Aynı zamanda dinozorlar için bir av. Bir çok memelinin ağaçların üstünde yaşamasının sebebi budur ya da yeraltında ve geceleri ortaya çıkmalarının. Memeliler Dinozorlar için bir tehdit değildir. Dünya’daki hiçbir şey onlara meydan okuyamaz. Dünyadaki hiçbir şey!
Bir göktaşı, büyük bir tane. Bu asteroid yaklaşık 10 Km çapında, Everest dağından büyük ve yaklaşık satte 17 bin Km hızla doğruca Dünya’nın üzerine geliyor. Meksika körfezine doğru yönelmiş, Lucato yarım adası civarına. Öyle hızlı hareket ediyor ki göz kırparsanız çarpışma anını kaçırabilirsiniz.
Asteroid suya değdiği anda yukarda kalan kısmı 11 bin metre yüksekliğindeydi. Günümüzde ticari uçakların uçuş yüksekliği bu seviyededir. Suya öyle bir hızla çarptı ki dokunduğu herşeyi yok etti.Asteroidin kendisi bile buharlaştı. Darbe etkisi ile açığa çıkan enerji milyonlarca nükler silahınkine eşdeğerdi. Hiçbir yer güvenli değil yüksekler bile. Bu uçan parçalardan bazıları apartman boyutundanbüyük. Şok dalgaları çarpışma bölgesine, patlama anındaki şarapneller gibi dağıldılar. Çarpışmadan bir kaç dakika sonra, Asteroidin çarptığı bölgeyi içine alan binlerce kilometrelik bir alanda Dünya her yönden saldırıya uğradı. Kaya parçaları yağıyordu. Depremler yeri salladı ve tusunamiler kıyıları vurdu.Fakat herşeyin en kötüsü daha yeni başlamıştı. Kül ve erimiş kaya bulutları, Gezegenin her tarafına yayıldılar. Gökyüzünün tamamı dev bir güneş gözlüğü gibi oldu. Dünya’nın yüzey sıcaklığı 275 dereceye kadar yükseldi. Bitki örtüsü anında kavruldu. Çarpışmadan aylar sonra bile, duman ve kül Güneş ışınlarına engel oluyordu. Gün ışığı azalınca bitkiler öldü onlarla beslenen hayvanlar aç kaldılar.Böyle bir kaos ile karşılaşan herhangi bir şeyin hayatta kalabilmesi nasıl mümkün olabilir ? Dinozorların 165 milyon yıllık hanedanı bitmişti. Fakat dinozorların ölümü başka bir tür için fırsat oldu. Memeliler…
İLK MEMELİLERİN DOĞUŞU
Yeraltında yaşadıklarından sıcaklık ve yangınlardan etkilenmediler. Herşeyi ama herşeyi yiyebildikleri için yiyecek seçen canlılar ölürken onlar semirdi. Bunlar Dinozorların tahtının hiç beklenmeyen mirasçıları oldular. Bir hikaye biterken bir diğeri başlıyordu. Dinozorların ortadan kalkması bu canlılar için büyük bir fırsat oldu. Dinozorlar ölmüştü, Gezegen barış içinde. Bu yeni Dünya’da artık memeliler evrim geçiriyordu.
Gelecekte bir gün Almanya olacak olan göl 47 milyon yıl önce, onları gözlemek için mükemmel bir yer. Bu daha önce gördüğümüz memelilere benzemiyor. Gözleri ve beyni daha büyük. Bu bir Darwinius Masillae veya İda.
Evrimde 47 milyon yıl öncesini zihnimizde canlandırıyoruz. Göl volkanik bir kraterin üzerine oturmuştur ve zararlı gazlar salmaktadır. Şimdi onu öldüren göl, düşük oksijen içeren derinlerinde bedenini muhafaza edecek. Birgün sular ortadan kalktığında, İda kayaların içinde fosilleşecek ve biz onu bulacağız. Ve bu ilkel primat’ı tanıyıp, hayatın başlangıcında neler olup bittiğini anlayabileceğiz.Başından beri gördüğümüz herşeyi, anlamaya yakınız okyanus bakterisi, yürüyen balıklar ve yeraltı kemirgenleri. Gezegenimizin nasıl oluştuğunu anlamamızda bize yol gösterdi.
47 MİLYON YIL ÖNCE
47 milyon yıl önce, atmosfer şimdikine çok benziyor. Sıcaklık 24 derece ve gün uzunluğu 24 saatin hemen altında. Bu haliyle Dünya bizim bildiğimiz Dünya’nın neredeyse aynısı. Neredeyse !

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Dünya’nın plakaları yeniden hareketleniyor ve üzerindeki kıtalar da. Hindistan kuzeye, Asya’ya doğruhareket ediyor. Hint ve Asya plakaları dev bir mücadeleye başlıyor. İki taraf ta kazanamıyor. Her ikisi de burkuluyor. Bir zamanlar okyanus tabanı olan yerde, şimdi 2.500 Km uzunluğunda bir hat oluşuyor. Dev bir dağ tabakası yükseliyor. 1.500 metre…4.500 metre…Şimdi 8.000 metreden fazla, bunlar Himalayalar. Ve işte karşınızda Dünya’nın en yüksek noktası, Everest dağı.
Tepelerdeki karlar eriyerek büyük nehirleri besler. Ganj, İndus, Yangtze ve Sarı Nehir. Himalayalar kocaman bir su kulesi gibidir. Bir gün burdan doğan nehirler neredeyse Dünya nüfusunun yarısına su sağlayacak.
Bu bizim Gezegenimiz, tam 22 milyon yıl önce. Bütün kıtalarıyla ve okyanuslarıyla aynı bizim bildiğimiz şekliyle. Sadece bir şey hariç. Biz, insanoğlu.
Doğu Afrika sahili boyunca, Dünya’nın kabuğunu oluşturan levhalar arasında, büyük bir yarık açılır.Yarık yaklaşık 6 bin Km uzunluğundadır ve kenarları boyunca dağlar oluşur.
Maymuna benzeyen bu canlı sonsuza kadar bu ağaçların üzerinde kalabilir, fakat yaşadığı Dünya değişmektedir. Oluşan dağlar bir duvar vazifesi yapar ve okyanus neminin karaya ulaşmasını önler, hava ısınır ve kurur. Yemyeşil yağmur ormanları kurak bir savan haline gelir. Yeni sıcak iklim canlıların yaşam alanını yok eder. Bu durum onları daha uzaklarda yiyecek aramak için zorladı ve maymunlar gibi yerde eklemlerini sürükleyerek yürümelerini durdurdu.
İklim yine değişiyor. 70 bin yıl önce deniz seviyesi düştü. Akrika ve Arabistan arasındaki mesafe 13 Km’ye düştü. Kızıl deniz dar ve sığ. Afrikanın ötesine. Homo sapien denilen daha sonraki insan türü de burada. Onlar karşıya geçmeyi başardılar. (Bilim adamlarına göre Afrika dışında yaşayan her kadın çocuk ve erkek, bu birkaç yüz kişilik grubun soyundan gelmiştir.) Zamanla Homo sapien’ler çoğaldılarve Hindistan, Asya ve Avrupa’ya yayıldılar. Fakat insanlar kuzeye doğru giderken, dev bir buz kütlesi güneye doğru gidiyordu.
AVRUPA, 40 BİN YIL ÖNCE
Homo Sapien’ler buraya ulaşıyor. Hızla değişen bir dünya bulmak için. Hava soğuyor. Yazın en sıcak zamanı olması gerek ama bitkiler donmuş, nehirler de. Dünya’nın yörüngesinde doğal değişimler, karbondioksit seviyesi ve Gezegenin çevresindeki sıcak su akışı birlikte Dünya’nın sıcaklığını düşürmüş. Dünya ve içinde yaşayanlar bir buzul çağına giriyor. Buzulların boyu gökdelenler kadar ve kuzey kutbunda günde 30 cm hızıyla büyüyorlar. Üzerinde hareket ederken yeryüzünü yavaş fakat güçlü bir şekilde heykel gibi işlediler, büyük oyuklar açtılar. Gezegen bir daha asla aynı görünmeyecekti.
Yaklaşık 25 bin yıl önce insanlar buraya kapanıp kaldılar. Kuzey kutbunun büyük bölümü 2.5 Km kalınlığında buz ile kaplandı. Trilyonlarca litre su buz kütlesi haline geldi, deniz seviyesi düştü.
20 bin yıl önce Sibirya ve Alaska arasında okyanusta ince bir kara parçası ortaya çıktı. İki büyük kıta arasında bir köprü. İnsanları Asya’dan Yeni Dünya’ya taşıyacak bir geçit. Amerika. Kolonileşecek son büyük kıta, son büyük insan göçü ve orda aşağılarda bir yerde diğer ilk Amerikalılar.
Şimdi, 14 bin yıl önce değişimler buz devrini tersine çevirdi. Buzlar azalırken ve yeni bir Kuzey yarım küre şekillenirken buzullar suyla doldu dev oluklar açtılar ve Kuzey Amerika’nın büyük göllerinioluşturdular.
6 bin yıl önce tüm buzlar kutuplara çekildi. Arktika ve Antarktika’ya 4.5 milyar yıllık bir yolculuktan sonra, başardık. Eve döndük ! Bu bizim dünyamız, şimdiki zaman. Şimdi, ilk defa, Gezegenimizin inanılmaz hikayesini derleyebilir, çevremizde gördüğümüz herşeyin neden ve nasıl burda olduğunu anlayabiliriz.Üstümüzdeki gökler, yaşamın vazgeçilmez öğesi olan su, ayaklarımızın altındaki kara ve nihayet yaşam. Felaketler ve tesadüfler zincirinin şaşırtıcı sonucu. Her zafer, her felaket, bizi buraya taşıyan yolun üzerinde bir adımdır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Dünya’nın hikayesi burda sona ermiyor.Çok şey oldu ama daha fazlası olacak.Dünya en azından bir 4.5 milyar yıl daha yaşayacak. Yolculuğumuzda gördüğümüz herşey, Dünya’nın hikayesinin sadece yarısı. Sadece düşünün, ne harikalar, ne felaketler, ne garip yaratıklar yatıyor bizim rahatsız ve yaratıcı Gezegenimizin geleceğinde. Dünya’nın hikayesinin gelecek bölümü henüz yazılmadı !
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]İnternet hayatımıza ne zaman ve nasıl girdi ?[/h]Bildiğiniz gibi internet, Dünya çapındaki bilgisayar ağlarını ve bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan elektronik iletişim ağına verilen isimdir. Günümüzde internet, iş yaşamından sosyal hayata kadar her alanda hayatın vazgeçilmez bir parçası olmasına rağmen internetin icadı aslında oldukça kısa bir zamana dayanmaktadır. Bulunduğu yıllarda internet beş sene gibi kısa bir sürede 50 milyon’a yakın kullanıcıya ulaşmayı başarmış, günümüz ‘Dünyası’ için mutheşem bir teknolojik gelişmedir. Peki günümüzde her alanda kullandığımız internetin temellerini acaba kim attı ? internet ne zaman ve nasıl bulundu ? ve internet hayatımıza ne zaman ve nasıl girdi ? Tüm bu soruların yanıtlarını bulabilmek içininternetin tarihinde kısa bir gezintiye çıkıp, internetin keşfinde (icadında) önemli bir yere sahip Leonard Kleinrock isimli bilgisayar bilimcisinden bahsederek konuya başlamak gerek.
İNTERNET NASIL VE NE ZAMAN BULUNDU ? İNTERNETİN İCADI
İnternet’in kökeni, kendi çalışmaları için dayanıklı, sağlam ve özel bir bilgisayar ağı kurmak isteyenAmerika Birleşik Devletleri hükümeti tarafından 1960 yılındaki araştırmalara dayanır.
MİT (Massachusetts Institute of Technology)’den Profesör Leonard Kleinrock internet bağlantısınıntemelini biçimlendirmek için paket anahtarlar teorisini geliştirmiş ve Dünya’da ilk internet mesajını ARPANET üzerinden, UCLA’da bulunan ofisinden ikinci bir internet bağlantısının kurulu olduğuStanford Üniversitesi’ne yollamış, günümüz internetinin temellerini atmıştır. Ancak günümüzde yaygın şekilde kullandığımız internetin icadı için henüz her şey tamamlanmış değildir.
1969 yılında ARPA kuruldu ve internet kavramı olarak kullanılmaya başlandı. ARPA başlangıçta dört ayrı üniversitedeki ana bilgisayarlarla bağlantı halindeydi. Birkaç yıl içinde çok sayıda kurum (çok sayıda araştırma enstitüsü ve üniversite) aşamalı olarak ARPA’ya bağlandı.
İnternet, başlangıç aşamalarında bilgisayar uzmanları, bilim insanları ve kütüphaneciler tarafından kullanıldı. Sıradan insanların kullanabileceği kolaylıkta değildi. Bu anlamda, kullanılmaya başlanan ilk internet bugün kullandığımız şekilde kolay kullanım olanağı olan, kullanıcı dostu bir teknoloji değildi. O günlerde, evlerde ve ofislerde bilgisayar da yoktu. İnterneti kullanacak kişi kim olursa olsun, karmaşık bir sistemi kullanmayı öğrenmesi gerekiyordu.
1972 yılında, Ray Tomlinson tarafından elektronik posta ARPAnet’e uyumlaştırıldı. Tomlinson kullanıcı adı ve adresini birleştirmek için, birçok sembol arasından “@” sembolünü seçti. 1972 yılında RFS10 olarak yayınlanmış Telnet protokolü uzaktaki bilgisayara bağlanmayı başardı. 1973 yılında RFS standartlarında yayınlanmış Ftp Protokolü, internet siteleri arasında dosya transferini olanaklı kıldı.
İNTERNETİ KİM BULDU ?
İlk defa Bob Kahn tarafından önerilen TCP/IP mimarisinin bir sonucu olarak, internet 1970’li yıllarda olgunluğa ulaştı. (TCP/IP çok sayıda bilgisayar arasında dosya transferi, elektronik posta ve uzaktan bağlanma gibi olanaklar sunan bir internet protokolüdür.) TCP/IP yukarıda belirtilen birkaç temel hizmeti verebildiği için başarılı olmuştur. 1983 yılında ABD savunma bakanlığı daha önce kullandığıNCP protokolü yerine TCP/IP’yi adapte etmiştir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1973-1978 yılları arasında TCP/IP protokolünün geliştirilme sürecinde yer alan Vinton Cerf, doğuştan işitme engelli olan eşi Sigrid’in Dünya ile iletişim sağlayamamasına çok üzülmekte ve onun Dünya ile iletişim halinde olabilmesi için bir çözüm arayışı içerisindedir. Dr. Cerf o yıllardaki araştırmalarında ARPAnet sistemini ilham kaynağı olarak kullanarak sistemi geliştirmiş ve eşinin diğer insanlarla iletişim kurabilmesini sağlayabilmek içinTCP/IP protokolü sistemini yaymaya başlamıştır. Geçen süre içinde protokolün resmen kullanılması ile Dünya’nın heryerinden internete bağlanmak mümkün olmuştur. Bu noktada Dr. Cerf işin fikir adamıydı yani kıvılcımı çakan kişiydi ve Dr. Cerf sayesinde internet, insanlık hayatına girmenin ilk adımlarını atmış oldu.
Sadece eşinin uzaktaki kişilerle iletişim kurabilmesini sağlamak amacıyla internetin ilk tohumlarını eken Cerf, şu an milyonlarca kullanıcısı olan dev bir ağın mucidi olarak anılmaktadır. Dr. Cerf aldığı sayısız ödülle beraber 1992 senesinde, bu zamana kadar internet üzerine yaptığı çalışmaların karşılığı olarak, “İnternet Dünyasının Başkanı” ödülünü aldı.
İNTERNETİN DÜNYA’DA KULLANILMAYA BAŞLAMASI
70’li yıllar aslında internet fikrinin hızla geliştiği yıllar oldu. Elektronik posta ortaya çıktı ve İngiltere Kraliçesi’nin 1976 yılında ilk elektronik postasını göndermesiyle internet fikri popüler hale gelmeye başladı.
1986 yılında ABD’de Ulusal Bilim Vakfı’nın sponsorluğunda, NSFnet ABD çapında 56 kbps hızında internet omurgası oluşturuldu. Vakıf sponsorluğunu yaklaşık on yıl devam ettirerek, ticari olmayan hükümet işleri ve araştırma amaçlı kuralların düzenlenmesini destekledi.
Yine aynı yıllarda elektronik posta, Ftp ve Telnet komutları standartlaştırılarak, teknik olmayan personelin internet kullanımı da kolaylaştırılmıştır. Bugünkü standartlar kadar kolay olmasa da,üniversitelerdeki belirli insanlara internet kullanımını açmıştır. Kütüphanelerin yanı sıra, bilgisayar, fizik, mühendislik bölümleri internet şebekesinin yararlı bir şekilde kullanımının yolunu bulmuşlardır.
İnternetteki site sayısı az olmakla birlikte, ilgilenilen alandaki araştırmaların kayıtlarını bulmak kolay hale gelmişti. O dönemde, ulaşılabilir kaynakları indekslemek için hâlâ çok daha fazla araca ihtiyaç vardı.
Kütüphane katalogları dışında, ilk internet indeksi 1989 yılında yaratıldı. Peter Deutxch ve onun ekibi,Montreal McGill Üniversitesi’nde Ftp dosyalan için “archie” adıyla anılan bir arşivleyici yarattılar. Bu yazılım periyodik olarak elde edilmeye açık olduğu bilinen Ftp dosyalarına ulaşıyor ve bu dosyaları listeliyordu. Archie Unix işletim sistemi komutlarını kullanıyor ve tam kapasite kullanılabilmesi için bazı unix bilgilerini de sunuyordu.
1991 yılında, Minnesota Üniversitesi’nde ilk gerçek kullanıcı dostu internet arayüzü geliştirildi.Üniversite, kampus içindeki yerel ağında bilgi ve dosyalara erişim için basit bir menü sistemi geliştirdi. Hemen ardından ana makinelerde kullanılan bu sistemin kişisel bilgisayarlarda da kullanım olanakları tartışılmaya başlandı. Bir süre sonra, menü sistemini kullanıcılara da yaygınlaştıran Gopher geliştirildi.
Gopher, adını Minnesota Üniversitesi’nin maskotu olan sincap’tan almış, internette arama yapan kelimeye dayalı bir arama motoruydu. Geliştirildikten birkaç yıl sonra Dünya çapında 10.000’den fazla Gopher ortaya çıktı.
1989 yılında başlayan fakat Gopher’dan daha yavaş gelişen, kullanımı kolaylaştıran başka bir gelişme yaşandı. Tim Berners ve ekibi, Avrupa Parça Fiziği Laboratuvarı’nda bilgi dağıtımı için Cern adıyla bilinen yeni bir protokol önerdiler. Bu protokol 1991 yılında günümüzde de yaygın olarak kullanılanwww (World Wide Web) adını aldı. (www, hipertextlere dayalı bir internet protokolüdür)

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1993 yılında, internet tarihi açısından çok ileri bir gelişme olarak görülen, ilk grafiğe dayalı tarayıcı Mosaic, Marc Andreessen ve ekibi tarafından geliştirildi. Andreesen daha sonra, Microsoft’un Internet Explorer’i geliştirmesine kadar en popüler grafik tipi tarayıcı ve servis sağlayıcı olarak bilinen Netscape firmasına katıldı.
Abonelerine internet üzerinden ulusal çapta ticari işlemler yapma olanağı sunan ilk işletme olan Delphi, Haziran 1992’de bir e-posta bağlantısı ile hizmete açıldı ve aynı yılın sonlarında tam internet hizmeti vermeye başladı. 1995 yılında, Ulusal Bilim Vakfı’nın internet omurgasına yönelik sponsorluğuna son verdiğinde ticari kullanımdaki hileli sınırlamalar kalktı ve tüm aktörler ticari şebekeye güven duydular. AOL, Prodigy, Compuserve firmaları internet’e katıldılar. Böylece, internet’in ticari kullanımı genişledi.
Microsoft’un tarayıcı ve internet servis sağlayıcı pazarına tam olarak girmesi, ticarete dayalı internet’in sınırlarının gelişmesinde başlıca rolü oynamıştır. 1998 yılında, Microsoft’un Windows 98 sürümü işletim sistemi, internet tarayıcısı ile masa üstü kişisel bilgisayarlara iyi entegre oldu. Bu sayede, internet çok hızlı yayılmaya başladı. Microsoft’un başarısı o kadar yüksek oldu ki, ABD mahkemeleri rekabeti düzenlemek için Microsoft’un faaliyetlerini ayırarak küçültme kararı aldı.
İnternetin Dünya üzerinde herhangi bir yerden her an kullanılabilmesi, gerek tüketicilerin gerekse işletmelerin ticari amaçla internet ortamına gelmesine neden olmuştur. İnternetin son 15 yıllık dönemdeki adaptasyonu o kadar hızlı olmuştur ki, fiziki ortamda yer alan hemen her şey internet ortamına taşınmıştır. İnsanlar için tanışma, sohbet etme, alışveriş yapma, müzik dinleme, film seyretme veya satın alma, bilgi arama vb. çok çeşitli amaçlar için Dünya’nın her yerinde birçok ülkede çok sayıda işletme ve tüketici internet ortamında boy göstermektedir.
Bütün bu hızlı gelişimine rağmen, internet ile ilgili gelişmelerin sonuna gelindiği anlaşılmamalıdır.İnternetin verimli bir pazar ortamı olabilmesi için önünde daha birçok engeller mevcuttur. Bağlantı hızlarının artırılması, internet’e yönelik güvenin oluşturulması, işletme ve tüketicilerin internet ortamına adaptasyonları vb. birçok alanda yapılması gereken birçok çalışma mevcuttur.
İNTERNETİN TÜRKİYE’DE KULLANILMAYA BAŞLAMASI
12 Nisan 1993’de 64 Kbps kapasiteli kiralık hat ile, ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı sistem salonundaki yönlendiricileri kullanılarak, ABD’de NSFNet (National Science Foundation Network)’e TCP/IP protokolu üzerinden Türkiye’nin ilk internet bağlantısı gerçekleştirildi.
64kbit/saniye hızında olan bu hat, çok uzun bir süre tüm ülkenin tek çıkışı olmuştur. İlk ODTÜ bağlantısından sonra, 1993-96 yılları arasında, üniversitelerimizin çoğu X.25/leased line vb şeklindeki bağlantılarla ODTÜ’ye bağlanmışlardır. İstanbul’dan İTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi, Ankara’dan Bilkent, Gazi ve Hacettepe Üniversiteleri bunlara örnek olarak gösterilebilir. Kamu kuruluşları arasından MTA, TT, DİE v.b. kuruluşlar da, ODTÜ üzerinden internet erişimine sahip olmuşlardır. İlerleyen zaman içinde,internet servisi alan özel kuruluşların sayısı da sürekli artmıştır. Ayrıca Tübitak, TR-NET çatısı altında, aynı dönemde, servis.net.tr ve servis2.net.tr servis sağlayıcılarında bir kullanıcı numarası üzerindendial-up türü bağlantılarla bazı özel kuruluşlar ve özel şahıslara internet hizmeti vermeye çalışmıştır.
Ege Üniversitesi’nden olan bağlantı ise, 1994 başlarında, 64kbit/saniye hızı ile gerçekleştirilmiştir.Ardından sırayla, Bilkent Üniversitesi (1995 Eylül), Boğaziçi Üniversitesi (1995 Kasım) ve İTÜ (1996 Şubat) bağlantıları gerçekleştirilmiştir. Bu arada Türkiye’nin ilk internet siteleri ODTÜ ve Bilkent Üniversitesi’nin web siteleri başı çekmek üzere ortaya çıkmaya başlamıştır.
İnternet’in Türkiye’de ticari kuruluşlar ve hane halkları gibi geniş kitlelere ulaşması ise 1996 yılında mümkün olmuştur. Türk Telekom’un internetten ticari kuruluşların ve internet servis sağlayıcılarının (ISP) yararlanmasını sağlayacak TURNET projesi 1996 Ağustos ayında hayata geçmiş, ardındanTürkiye’de internet hayatımıza girmeye başlamıştır.
TURNET’in, ikisi Istanbul’dan (2MBit/san ve 512 kbit/san hızlarında); diğeri Ankara’dan 2Mbit/san hızında 3 tane hattından ticari olarak yararlanan İnternet Servis Sağlayıcı Şirketlerin sayısı Ekim 1997 ayına gelindiğinde 80’e ulaşmış ve bu yıllarda ortaya çıkan Superonline gibi şirketler internet hizmetiniüçüncü kişilere (ticari kuruluş bağlantıları ve kişisel bağlantılar olarak) belirledikleri fiyatlardan satmaya başlamışlardır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1997 ortalarından itibaren Dünya’daki kullanıma paralel olarak, internet ve ticaret olgusu ülkemizde de popüler olmaya başlamış ve birçok banka, müşterilerine internet üzerinden kişisel bankacılık servisivermeye başlamıştır. Öte yandan, 1996sonlarından itibaren birçok günlük gazete ve dergi (aynı baskısı olmasa bile) internet üzerinden yayımlanmaya ve 1997 sonlarına doğru, deneme amaçlı da olsa, bazı popüler alışveriş merkezleri internet üzerinden alışveriş imkanlarını yavaş yavaş müşterilerine açmaya başlamıştır. Yine aynı yıllarda internet bağlantı hızının düşük olmasına rağmen internet üzerinden radyo ve TV yayımcılığı popüler olmaya başlamıştır.
1997 yılının sonlarına gelindiğinde tahmini bir rakam olarak Türkiye’de internet servis sağlayıcılar üzerinden internet servisi alan ve internet erişimi olan ticari şirket sayısı 10.000’e, internete bağlı bilgisayar sayısı 30.000’e, her internet bağlantısından ortalama 8 kişinin yararlandığı düşünülerek internet kullanan kişi sayısı 250.000’e ulaşmıştır.
Türkiye’de internet bu kısa macerasında herşeye rağmen büyük aşamalar kaydetmiş, 1997 yılı sonlarında 250.000 kişi olarak tahmin edilen internet kullanıcı sayısı bugün 35,5 milyon seviyesini geçmiştir.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Nar kabuğunun faydaları ve tüketimi[/h]İnsan sağlığına faydaları saymakla bitmeyen narın kabuğunun da değerli bileşikler içerdiği ve bu nedenle tüketilmesine önem verilmesi gerektiği bildirildi.
Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kimya Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Uslu, yaptığı açıklamada, narın bağışıklık sistemini güçlendirerek, başta kanser olmak üzere pek çok hastalıktan koruduğunu söyledi.
Nar suyunun genel damar sağlığını, özellikle de kalbi koruduğunu ifade eden Uslu, damar tıkanıklıklarını geriletme ve tansiyon düşürücü etkilerinin de bulunduğunu vurguladı.
Uslu, Türkiye’de nar kabuğunun hemen hemen hiç tüketilmediğine dikkati çekerek, şöyle devam etti : “Narın kabuğu, meyvesi yendikten ya da suyu sıkıldıktan sonra çöpe atılmaktadır. Çin’de son yıllarda yapılan araştırmalar, narın kabuğunun, suyuna göre daha fazla oranda değerli bileşikler içerdiğini göstermektedir. Suyu adeta ilaç gibi sağlığımıza faydalı olan narın kabuğu, suyundan daha değerli bileşikler içermektedir. Nar kabuğu içinde bulunan ellagik asit, başta meme kanseri olmak üzere hemen hemen tüm kanser türlerini hem önleyici hem de iyileştirici faydalar sağlamaktadır.”
NAR KABUĞU ÇAY OLARAK TÜKETİLEBİLİR
Araştırmaların, nar kabuğunun kötü huylu kolesterolü azalttığı, beta hücrelerini artırarak diyabetli hastalara, kalp ve damar hastalarına suyuna göre çok daha önemli faydalar sağladığını gösterdiğini aktaran Uslu, “Nar kabuğunda bulunan ellagik asit antioksidan, antimutajen ve antikanser özelliklere sahiptir. Çalışmalar meme, yemek borusu, cilt, bağırsak, prostat ve pankreas kanserlerinde antikanser özelliğini göstermiştir” dedi.
NAR KABUĞU NASIL TÜKETİLMELİ

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Uslu, nar kabuğunun tüketilme yöntemineilişkin ise şu bilgileri verdi : “Gölgede veya 40-50 dereceyi geçmeyecek ortamlarda kurutulan nar kabukları daha sonra ufalanmalıdır. 100 gram kaynamış suya, 2 gram nar kabuğu atarak, yaklaşık 10 dakika kaynatıp suyu her gün çay olarak tüketilebilir. Böylece başta kanser, kalp ve şeker hastalıkları olmak üzere pek çok hastalıktan kendimizi korumuş oluruz. Kurutulmuş ve parçalanmış nar kabuklarını, kahve çekme makinesinde toz haline getirip, bir çay ya da kahve kaşığı tozu salata, peynir gibi gıdalarla da tüketebiliriz.”
Özellikle şeker hastalarına, beta hücrelerini artıracak nar kabuğu tozunu tüketmeye özel çaba göstermeleri tavsiyesinde bulunan Uslu, “Genelde tüm meyvelerde olduğu gibi narın da en değerli yeri kabuğudur. Bir ilaç gibi içtiğimiz nar suyundan arta kalan kabukları da asla atmayalım ve başta kanser, şeker ve kalp rahatsızlığı olmak üzere hemen hemen tüm hastalıklardan korunalım” diye konuştu.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Fotoğraf makinesi’nin icadı ve tarihi[/h]Bugün birkaç saniyede poz verip çektiğiniz, banyosu kolaylıkla yapılan, gerekirse tez zamanda büyültülüp istediğiniz boyutta kopyası elinize verilen fotoğrafın ve bunları çeken makinelerin icadınınaslında yüz yıllarca süren deneme ve çalışmaların sonucu olduğuna inanmak gerçekten güçtür.Aslında, fotoğraf makinesi büyük icatların çoğu gibi bir kişi tarafından icat edilmemiştir. Fikrin doğması, uygulanması, gelişimi, değişik kişilerin çalışmaları ve uzun aralıklı dönemlerin sonucudur.
İnsanoğlu binlerce yıldan beri çevresinde gördüklerini bir biçimde çizmek, görüntülemek gereğini duydu. Çünki o zamanlar resim, insanların çevrelerinde gördüklerini, doğada var olanları kaydetme ve gelecek kuşaklara aktarmanın bir yoluydu.
FOTOĞRAF MAKİNESİ’NE GİDEN YOL
Fotoğraf makinesinin kökenleri icat edildiği 1839 yılından çok öncelere dayanmaktadır. Yaklaşık 30.000 yıl önce mağara duvarlarına çizilen ilk resimler, insanların yaşadıkları anı belgeleme duygusunu ortaya koyan ilk örneklerden sayılabilir.
M.Ö. 4. yüzyılda Aristoteles, Problem adlı çalışmasında, iğne deliği de denilen, küçük bir delikten elde edilen görüntünün oluşumunu yorumlamaya çalışmasıyla fotoğraf makinesinin atası sayılan camera obscura’nın (Latince’de camera = oda, obscura = karanlık) temellerini atmış oldu.
Camera obscura’nın basit bir işleyişi vardır : Bir duvarında küçük bir deliği olan bir karanlık odada, küçük delikten giren ışık, tam karşısında bulunan duvarın yüzeyine dışarıdaki manzaranın ters görüntüsünü yansıtır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


10. yüzyılda yaşamış, Alhazen adıyla da bilinen Arap fizikçi ve matematikçi İbn Al-Haitam, mum ve üzerinde küçük bir delik bulunan bir perde kullanarak basit bir camera obscura yapmıştı. İbn Al-Haitam’ınbu çalışması Avrupa’da değer bulsa dacamera obscura’nın pratik bir araç haline gelmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. Camera obscura’nın kuramsal yöntemi ve uygulama alanlarıyla ilgili basılı ilk bilgiler 15. yüzyılda Cesare Cesariano,ardından da Reiner Frisius tarafından ele alınmış, bir iğne deliği kameranın ilk görseli ise gökbilimci Gemma Frisius’un 1545 tarihli De Radio Astronomica et Geometrica adlı kitabında yer almıştı.
Fizikçi Girolamo Cardano tarafından kullanılmaya başlanan çift taraflı dışbükey mercekler aracılığıylacamera obscura pratik anlamda kullanılmış oldu. Bu adımla birlikte eskisinden daha net bir görüntü elde etme imkânı doğdu. Camera obscura’nın isim babası olan gökbilimci Johannes Kepler (1571-1630), taşınabilir bir camera obscura yaparak önemli bir katkıda bulundu. 19. yüzyıla gelindiğinde,camera obscura’lar artık yerlerini içinde ayna, önünde objektif bulunan fotoğraf makinelerine bırakmaya hazırdır.
FOTOĞRAF MAKİNESİ’NİN İCADI
Yüzyıllar süren kimyasal ve teknik çabalar, 1826 yılında Fransa’nın Chalon-sur-Saone şehrindeki Joseph Nicéphore Niepce (1765-1833) tarafından evinin penceresinden yakalamayı başardığı görüntüyle sonuçlandı. Bu görüntüyle birlikte, fotoğrafın o güne kadar ki gelişim halkaları birbirine bağlanmış oldu. Niepce, artık üç şey düşünüyordu: Daha keskin bir görüntü elde edebilmek, görüntünün çok uzun bir zaman kalıcı olacağından emin olmak ve renkleri de yansıtabilmek. Fakat, Niepce bunları yapabilecek kadar yaşayamadı. 1829’da ortak olduğu iş arkadaşı, Louis Jacques Mandé Daguerre (1787-1851), onun çalışmalarını geliştirmeye çalıştı. Ve nihayet 1839’da Daguerre bu çalışmaları başarıyla sonuçlandırdı. 19 Ağustos 1839 tarihinde Fransız Bilimler Akademisi’nde fotoğraf makinesinin icadı tüm dünyaya şu sözlerle duyuruldu: “Sayın Baylar, doğa ışık aracılığıyla bir yüzeyin üzerine geçirildi.”
1852 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür kaplı Jelatin rulolar bulunan Kodak fotoğraf makinelerini piyasaya sürerek çok büyük aletler taşıması gereken fotoğrafçıya kolay hareket imkânı sağladı. Fotoğraf çekildikten sonra makine fabrikaya gönderiliyor ve jelatin film kâğıttan ayrıldıktan sonra bir cam üzerine yerleştiriliyor, sonra yeniden makineye film doldurularaksahibine iade ediliyordu.
1870’de Hermann Vogel emülsiyonları muhtelif banyolara batırılarak duyarlılıklarını arttırma yolunu buldu. 1880 yılında kırmızıya karşı duyarlılığı çok sınırlı olan ortokomatik filmin yanında, pankromatik filmler de ortaya çıktı.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


1888 yılında Kodak firması film, banyo ve baskı ücreti içinde olan, 100 adet filmi bulunan fotoğraf makinelerini piyasaya sürdü. Bu fotoğraf makinelerini, “düğmeye basın, gerisini bize bırakın” reklam sloganıyla satıyordu. Bu yıllardan sonrafotoğraf geniş kitlelere mal oldu. Bu fotoğraf makineleri de yine çekimden sonra fabrikaya gönderiliyor, burada banyo işlemi yapılıyor, makineye tekrar film doldurularak sahibine iade ediliyordu.
FOTOĞRAF OSMANLI COĞRAFYASI’NDA
Fotoğrafın icadı Osmanlı coğrafyasında ilk kez, İstanbul’da çıkan Takvim-i Vekayi gazetesinin 28 Ekim 1939 tarihli nüshasında şu cümlelerle duyuruldu: “… Daguerre adlı marifet sahibi öğrendiği değişik sanat fenninin usulleri ile güneş ışığını yankı yaptırıp, nesnenin hatlarını çıkarmış ve bu acayip sanatın oluşmasına gizli ve açık 20 senesini vermiştir. Nihayet sonuca gelmiş ve bu olay herkesin beğenisini kazanmıştır.”
Bu duyuruyla aynı yıl, 1839’da, Fransız ressam Vorace Vernet, Charles Marie Bouton ve Frédéric Goupil Fesquet, Marsilya limanından yola çıkarak Dünya’daki ilk fotorafik geziyi başlattılar. Beyrut, Suriye, Şam, İskenderiye, Kahire, Sina, Filistin, Tyre, Saidon, Deir El Kamar, Baalbeck, Nazareth’ten sonra 4 Şubat 1940 tarihinde İzmir’e vardılar. Fotoğraf makinesinin icadının tüm dünyaya resmen duyurulduğu 19 Ağustos 1839 tarihinden sonra 1840 yılında İzmir’e ulaşan bu gruptan Fesquet’in çektiği fotoğraflar, Anadolu topraklarının ilk fotoğraflarıydı.
FOTOĞRAFIN HAMİLERİ
Osmanlı, fotoğraf tekniklerine yabancı değildi. Mühendishane-i Berri Hümayun’da 1805’ten beri camera obscura kullanılmaktaydı. İlerici devlet adamları aracılığıyla fotoğraf, Osmanlı coğrafyasındahızla yayıldı. Abdullah Frères ve Vassilaki Kargopoulo gibi resmi saray fotoğrafçıları, fotoğrafın iktidar ve ailesi tarafından nasıl itibar gördüğünü göstermektedir. Özellikle II. Abdülhamid, Osmanlı’da fotoğrafçılığın en büyük koruyucusu ve de destekleyicisiydi.
II. Abdülhamid dönemi (1876-1809), Osmanlı’da fotoğrafçılığın gelişmesinde önemli bir basamağı oluşturmaktadır. II. Abdülhamid’in kendisi de fotoğraf çekmekte, fotoğraf sanatıyla yakından ilgilenmekteydi. Sarayda vaktinin büyük bir bölümünü müzik salonu, resim salonu ve fotoğraf atölyesinde geçirmekteydi. II. Abdülhamid, fotoğrafın ‘belge’ ve ‘araçsal’ yönünü keşfetmekte gecikmedi. Fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve temel kurumları belgeleme görevi verdi. Karakollar, camiler, fabrikalar, okullar, hastaneler, askeri kuruluşlar, karakollar, donanma gemileri, arkeolojik kalıntılar, etnografik ve doğal çevrenin fotoğraflarını çektirdi. Diğer taraftan ülkenin propagandasını yapmak amacıyla bu gibi fotoğrafların yer aldığı albümleri çeşitli devlet başkanlarına gönderdi. Bu gibi araçlarla, Osmanlı’nın ne kadar medeni, gelişmiş ve büyük bir devlet olduğu dünyaya gösteriliyordu.
İLK SAVAŞ FOTOĞRAFLARI
Fotoğrafın ortaya çıkışından hemen sonra 1846 yılında Meksika-Amerikan Savaşı’nın fotoğraflandığı bilinmektedir. Bu savaş sonrasında, Kırım Savaşı (1853 – 1856) Fotoğraflandı.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Fotoğraflar Roger Fenton ve yardımcıları tarafından çekilmişti. Fenton, Kırım Savaşı’nda 3605 adet fotoğraf çekti. Bu fotoğraflar sergilendi ve fotoğraf albümleri oluşturuldu. Kırım Savaşı Fenton dışında birkaç fotoğrafçı tarafından da fotoğraflanmıştır.
Fotografik görüntünün gerçeği olduğu gibi yansıttığı düşüncesi o yıllardaki kamuoyunu ve politik görüşleri de etkiledi. Fotoğrafın büyük gücü ve iletişim boyutu anlaşıldığı zaman ise bulunuşunun üzerinden henüz yirmi yıl geçmişti. Kırım Savaşı sonrasında Amerikan İç Savaşı (1861-1865) fotoğraflandı.
GÜNÜMÜZÜN FOTOĞRAF MAKİNELERİ
Günümüzde fotoğraf artık yaşamımızın ayrılmaz bir parçası, geleneksel anlamdaki film üzerine kaydedilen görüntülerin yanı sıra sayısal yöntemlerle kaydedilen görüntüler de artık her alanda kullanılmaya başlandı ve gerek geleneksel fotoğraf, gerekse sayısal fotoğraf oldukça hızlı bir biçimde gelişmeye devam ediyor.
Görüntü kaydında bir aygıtın kullanılmasından sonra görüntü kaydıyla ilgili birçok farklı gelişme ve buluş oldu, bu buluşlar giderek arttı ve günümüze dek geldi, çok farklı kayıt teknikleri geliştirildi. 1800’lü yılların ilk yarısının karanlık kutusunun yerini günümüzde elektronik ve mekanik anlamda çok gelişmiş fotoğraf makineleri, sayısal olarak kayıt yapabilen elektronik ve bilgisayar teknolojisini bir arada kullanan makineler aldı.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Gerçek gibi olanın, gerçeğin görüntülenmesi isteği 19. yüzyılın düş ve düşüncelerinden biri değildi kuşkusuz. Bu istek insanlıkla birlikte var olmuştu. İnsanlık görüntülerle binlerce yıldan beri tanışık ve onlarla haşır neşirdi. Gerek düşünsel boyuttaki gelişme ve değişiklikler, gerekse teknik anlamdaki (bu gelişmelerin içine optik, fizik, kimya gibi bilimleri sokmamız olanaklıdır) birikimler fotoğrafı 19, yüzyılda ortaya çıkarttı ve günümüze dek gelişerek ulaşmasını sağladı.
Günümüzde artık fotoğraf makineleri çok farklı boyutlara ulaşarak büyük bir aşama kaydetmiş, filmler yerini depolama aygıtlarına bırakarak makineleri çok daha kullanışlı hale getirmiştir.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]Arabalar hakkında ilginç ve enteresan bilgiler[/h]Araba kavramının ilk çıktığı yıllarda hayvan gücü olmaksızın, itmeye ve çekmeye gerek kalmadan hareket edebilen taşıtların üretilmesi ve kullanılması hedeflenmiştir. Motor kelimesinin o dönemlerde bilinen anlamı ise, “atsız taşıma” dır. Beygir gücü terimi de tam da buradan gelmektedir. Arabalar genel olarak yol şartları için tasarlanıyor ve üretiliyor olsa da, yol harici için olan off-road modelleri de günümüzde yaygın olarak tercih edilmektedir. İlk günlerinden bu güne kadar kullanılmakta olan içten yanmalı 4 tekerli araçlara, 2001 yılından itibaren elektrikle çalışan hibrit motorlu versiyonlarda eklenmiştir. Denge probleminden dolayı üretilen ama tutulmayan 3 tekerlekli modellerinde olduğundan bahsedebiliriz.
Otomobil kelimesinin güzel Türkçe’mize nasıl geçtiğine de değinirsek; “kendi” anlamındaki Yunanca Autos ve “hareket eden” anlamındaki Latince Mobilis kelimelerinin birleşmesiyle geçmiştir. Arabalar hakkında verdiğimiz genel bilgilerin ardından daha eğlenceli ve ilginç olacağını düşündüğümüz, yazımızın da konusu olan Arabalar hakkında ilginç ve enteresan bilgilere geçebiliriz.
ARABALAR İLE İLGİLİ İLGİNÇ BİLGİLER

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun

Fotoğraf : 1769 Fardier Otomobili

İlk otomobil 1672 yılında Ferdinand Verbiest tarafından icat edilmiştir. Ancak bu otomobil Çin imparatoru için yapılmış küçük, buharlı bir oyuncak araba niteliğindeydi.
Çalışabilen ancak kullanışlı olmayan ilk içten yanmalı motor 1680 yılında Hollandalı Christiaan Huygens’in yaptığı barutun yanması ile çalışan pistonlu makinedir. Kapalı bir silindir içinde patlayan barut kayabilen bir pistona etki ederek pistonun hareket etmesini sağlamaktaydı.
Kendi kendine hareket hareket eden ilk araç ise Fardier Fransız mühendis ve topçu yüzbaşı Nicolas Joseph Cugnot (1725-1804) tarafından yapılmıştır.
Dünya’daki ilk benzinli araba ise 1885 yılında Alman Karl Friedrich tarafından yapılmıştır.
Tasarlanan ilk otomobilde direksiyon bulunmamaktadır. Direksiyonsuz bu araçları şoförler hareket koluyla yönlendirirlerdi.
Arabalarda ki gaz göstergesi ilk kez 1922’de kullanılmaya başlanmıştır.
1923’te arabalar için kadınlar tarafından yapılan 173 yeni icat tanıtılmıştır, bunların arasında karbüratör ve elektrikli motor çalıştırıcısı da bulunmaktaydı.
Dikiz aynaları ilk kez 1911 yılında kullanılmıştır.
İlk araba radyosu 1929’da icat edilmiştir.
Buick, ilk elektrikli sinyali 1938’de çıkartmıştır.
Dünya’daki ilk trafik lambası, otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce at arabalarının geçişini düzenlemek amacıyla 1868’de Londra’da kullanılmıştır.
1916’da Dünya’daki arabaların yüzde 55’i Ford modeldi.
Ford’un bu güne kadar ürettiği otomobillerin %75’i halen yollardadır.
1924 yılında bir adet Ford otomobilinin maliyeti yaklaşık 270 Dolardı.
Amerikan yapımı arabaların çoğunun kornası Fa notasından çalmaktadır.
Ortalama bir otomobil yaklaşık 30 Bin parçadan oluşmaktadır.
Arabalarda yaklaşık 920 metre uzunluğunda elektrik kablosu bulunmaktadır.
Günümüzde, Dünya çapında her gün yaklaşık 168 Bin araba üretilmektedir.
Otomobil sanayisinin ilk dönemlerinde, araba camları bildiğimiz pencere camından yapılırdı. Ancak, kaza durumlarında camın büyük parçalara ayrılarak fırlamasının ciddi yaralanmalara yol açabildiği görülünce, “katmanlı cam” tasarımına yönelindi.
2014 yılı itibari ile Dünya üzerinde kullanımda olan yaklaşık 1 Milyar otomobil bulunmaktadır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


İkinci el araba alım satım pazarı Dünya’da ilk kez 1898 yılında Amerika’lı Empire State Motor Wagon Company tarafından Catskill, New York’da kurulmuştur.
Yeni otomobil kokusu, 50 farklı uçucu organik bileşenden oluşmaktadır.
Saatte ortalama 95 km süratle giden bir otomobilin Dünya’dan Ay’a ulaşması en az 6 aylık bir süre demektir.
19 kişi Smart marka araca sığabilmektedir.
Hitler hapisteyken, Mercedes firmasına araç kredisi talebinde bulunduğu bir mektup yazmıştır.
Almanca’da “halkın arabası” anlamına gelen Volkswagen otomobil firması Audi, Porsche, Bentley, Bugatti, Lamborghini, Škoda ve Scania markalarının da sahibidir.
Bir Amerikalı sıkışık trafikte bir yıl içerisinde ortalama 38 saatini boşa harcamaktadır.
Aşırı hız cezası Dünya’da ilk kez 1902 yılında yazılmıştır.
Amerika’da otomobil kazasında ilk ölen kişi 68 yaşında ki Henry H. Bliss’tir. 14 Eylül 1899’da New York’ta tramvaydan inip bir kadın yolcuya yardım ederken kendisine araba çarpmıştır.
2003 senesinde Amerika’da 17,013 insan alkolle ilgili araba kazalarında can verdi. Bu neredeyse her yarım saatte bir kişinin öldüğü anlamına gelmektedir.
Tek bir aracın geri dönüşümünü yapmak, 1 tondan daha fazla demir cevheri, 630 kg kömür, 55 kg kireçtaşı tasarrufu yapılmasını sağlamaktadır.
Şimdiye kadar satılan en pahalı araç 1931 model Bugatti Royale Kellner Coupe’dir. Araba 1987 yılında 8,700,000 Dolara satılmıştır.
Dünya’da ilk otomobil yarışı, 1894 yılında Le Perit Journal adlı bir Paris dergisi tarafından Paris-Roven arasındaki 50 km’lik bir mesafede 19 otomobilin katılması ile gerçekleştirilmiştir.
Amerika’daki ilk parkur, 3 milyon kaldırımtaşından oluşan Indianapolis Motor Speedway’dir.
Dünya’da bu güne kadar en çok üretilen araç Toyata Corolla olmuştur.
Kaza esnasında hava yastığı 40 milisaniyede şişmektedir.
Ortalama olarak bir şoför hayatının yaklaşık 2 haftasını trafik ışıklarının değişmesini bekleyerek harcar.
Arabada geçirdiğiniz her 75 kilometre için trafik kazasında ölme olasılığınız bir milyonda birdir.
1950 yılıda Dünya’daki tüm otomobil, otobüs ve kamyonların yüzde 70’i Amerika Birleşik Devletlerinde bulunmaktaydı.
Buick arabalarını kurucusu olan David Buick’ın asıl mesleği sıhhi tesisatçılıktır.
Dünya’nın yaklaşık dörtte birinde trafik soldan işlemektedir ve bu ülkelerin çok büyük çoğunluğu eski İngiliz kolonileridir.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


New York Polisi 1898’de aşırı hız yapan araba kullanıcısını takip etmek için bisiklet kullanırdı.
Danimarka’da her iki kişiden birinin bisikleti, Kuzey İrlanda’da ise otomobilden çok bisiklet kullanılmaktadır.
The Peanuts (Snoopy) karakterleri, ilk olarak 1957 senesinde, Ford Fairlaine otomobil reklamı için anime edilmiştir.
Arnavutluk’ta kayıtlı olan arabaların %80’i Mercedes-Benz markadır.
Ferrari günde en fazla 14 araç üretebilmektedir. Bunun nedeni hala pek çok parçada kaliteden ödün vermemek için el işçiliğinin kullanılıyor olmasıdır.
 

Siyah

Fahri Üye
Fahri Üye
Katılım
5 Haziran 2014
Mesajlar
6,948
Tepkime puanı
9
Puanları
1
Konum
Osmanlı
[h=4]İlginç bir bilgi; Dünya’nın bir ucundan diğer ucuna delik açmak[/h]Dünya’nın insan yapımı en derin deliği Rusya’nın Sakhalin bölgesinde, yeryüzünün 12,376 metre kadar aşağısına inen Sakhalin-I Odoptu OP-11 petrol kuyusudur. Bundan önce yine Rusya’da Kola Yarımadası’nda, yerin 12,262 metre kadar aşağısına inen Kola Süper Derin Sondaj Kuyusu ilk kez 1970’te faaliyete başladı ve ilerlemeye olanak vermeyen bir sıcaklıkla karşılaşıncaya kadar, 24 sene boyunca faaliyet gösterdi. Tam da bu durum aslında Dünya’nın bir ucundan diğer ucuna delik açmanınne kadar olanaksız olduğunu gösterir. “Süper derin delik” Dünya’nın öbür tarafına giden yolun daha yüzde 0,1’ine (dünya’nın ortalama çapı 12,742 km) bile varamadan ısıya ve basınca yenik düşmüştür.
DÜNYA’NIN BİR UCUNDAN DİĞER UCUNA AÇILAN DELİKTEN ATLAMAK
Öncelikle bu atlayış için, bir sihirle böyle bir deliğin kazıldığını ve çökmeyip öyle açık kaldığınıvarsaymak durumundayız. O zaman daha kaç sihir unsurunu varsaymamız gerekir ? Tüm bu varsayımlar gerçekleşse bile, deliğe daha birkaç kilometre inmişken Dünya’nın iç ısısı ile kavrulma ya da artan hava basıncı ile parçalanma olasılığını unutmamak gerekiyor. Aynı şekilde, Dünya’nın dönüşüne ve uzaydaki devinimine bağlı olarak çarçabuk deliğin kenarına savrulma olasılığını da gözardı etmek olmaz, tabii çok, ama çok geniş ya da tam doğru açıda kazılmış bir delik söz konusu değilse. Tüm bu şartlar gerçekleşmiş olur ve şansınız da yaver giderse, kaçınılmaz akıbete varmadan biraz önce düşüşün hızıyla bilincinizi kaybetmeniz de bu olasılıklar arasında mutlaka hesaplanmalıdır.
Dünya’nın bir ucundan diğer ucuna delik açmak birçok kimsenin cevabını bulmaya çalıştığı popüler bir muamma, uçtan uca açılan bu delikten atlanır mı, atlanmaz mı sorusunun cevabı ise daha ileri seviyede bir muammadır ! Bu sorunun yanıtını ararken, o kadar çok “eğer” ve “ama” devreye girer ki, her cevap oldukça anlamsızdır ve burada yürüttüğüm fikirler de onlardan aşağı değildir.
O halde bir an için insan olduğunuzu unutun ve her şeye dayanıklı olduğunuzu varsayın. Dünya’nın bir ucundan diğer ucuna açılacak bu delik ister istemez havayla dolu olacak ve bu hava Dünya’nın merkezine doğru gittikçe yoğunlaşacak. Muhtemelen de hava deliğin ağzına çok uzak olmayan bir yerde önce sıvılaşacak, ardından da deliği tıkayacak şekilde katılaşacaktır. Bu delikten içeriye atlayacak olursanız, yerçekiminin etkisiyle gittikçe artan hava direncine denk düzeye gelmesi sonucunda normal hıza ulaşırsınız. Ancak çok geçmeden, havanın gittikçe yoğunlaşması yüzünden yavaşlamaya başlarsınız. Bu durum az da olsa bir havuza dalmaya benzer. Momentumunuz sizi aşağıya doğru belli bir yere kadar taşır, ama momentumunuzun etkisi bitince tekrar yukarıya çıkar ve sanki bir kuyuya düşmüşçesine, deliğin biraz aşağısında yoğun hava üstünde yüzersiniz.
Peki, ya bu devasa delik bir vakum tüpü biçiminde ve Dünya da durağan olursa ne olur ? Eh, bu durumda deliğe atlar atlamaz ivme kazanarak dudak uçuklatıcı bir hıza ulaşmanızı hiçbir şey önleyemez. Yani, yerçekimi dışındaki hiçbir şey. Atlayışta Dünya’nın merkezine yaklaşmanızla birlikte,Dünya’nın kütlesi, iyice içine girmiş olduğunuzdan dolayı sizi tekrar tutmaya, yavaşlatmaya başlayacaktır. Düşüş sırasında geride kalan kütlenin çekiminden kaynaklanan frenleme etkisinin, yerçekimine bağlı ivmenin sıfır olduğu Dünya merkezine varmadan çok önce sizi yavaşlatarak durma noktasına getirmesi yüksek bir olasılıktır.

Linkleri sadece kayıtlı üyeler görebilir. Linkleri görebilmek için Üye Girişi yapın veya ücretsiz olarak Kayıt Olun


Momentumunuz sizi aşağıya çeken yerçekiminin geri tutan yerçekimiyle dengelendiği noktanın muhtemelen biraz ötesine atılmanızı sağlayacaktır; ama bir süre sonra tekrar denge noktasına geri “düşüş” içine girecek ve noktayı geçip bir daha düşmeye başlayacaksınız. Sonunda birkaç salınımın ardından denge noktasında dolanıp duracaksınız. Dünya’nın yarıçapı yaklaşık 6,400 kilometre olduğuna göre, söz konusu denge noktası aşağı yukarı 1,600 km aşağıda olacaktır. Ve de o karanlıkta dolanıp durmanız iyiliksever birisinin sihirli bir halatı aşağıya sarkıtmasına kadar sürecektir…
 

Users Who Are Viewing This Konu (Users: 0, Guests: 1)

Üst